Düşe kalka başlayan yürüyüş, düşe kalka son bulan bir hayat…
Yardıma muhtaç başlanılan bu hayat, yardıma muhtaç bir halde sona eriyor…
Zorla telaffuz edilerek başlanan yolculuk, zorla telaffuz edilen kelimelerle son buluyor…
Başkalarının ilk günkü gibi uzatacakları bir kaşık çorba, bir damla suya muhtaçlık…
Yani başladığın noktaya geri gidiştir ihtiyarlık ve ölüm –ki varsa ölüm–
Ölmek elbette yaşamın gerçeği… Lakin materyalistlerin kastettiği anlamda bir yok oluş değil, yeniden doğumun başka bir hâli...
Çocukluk, bitmek bilmeyen öğrenme, hayatımızı birleştirdiğimiz eş(ler), bitmez tükenmez sandığımız dünyalık mücadelesi, çoluk çocuk, torunlar ve bizden önce yolculuğa çıkan eş ve ilk günkü gibi yalnız kalış.
* * *
Şöyle gözlerimizi yumup tefekkür etsek…
Hayatımıza dair hatırladığımız şeyleri bir bir düşünsek…
Hatta bize ait bebeklik fotoğrafları ve bir bebeğin yaşadığı süreci düşlesek…
Bugünümüze kadar sürse bu tefekkür…
Sonra tıpkı gerçek bir tasavvuf erbabının günlük dersi gibi ölüm ve kabirde başlayan sorgu suale kadar götürsek…
Bir bir sorsa melekler, yaşamımıza dair hatırımızda kalan ve unuttuğumuz her şeyi…
Sonra yazsak verdiğimiz ve veremediğimiz cevapları…
Ve her gün, Üstad’ın ‘ne yaptık ne yaptılar mukaddes emaneti’ sorusunu, kulaklarımızı patlatırcasına sorsak…
Bu dünyada yapıp ettiklerimizin kullarca büyük bir sabırla bir bir izlendiğini, günü gelince tek tek hesabının sorulduğunu ve aynının daha büyük bir titizlikle bizzat kendimize itiraf ettirilecek şekilde Yüce Yaratıcı’nın koyduğu, sırrına vakıf olamadığımız kayıt mekanizmalarıyla kaydedildiği gerçeğini anlatsak kalın kafalarımıza…
Düşünsek;
Bizi bekleyen akıbetin bir kader olmayıp, kendi yapıp ettiklerimizden kaynaklandığını…
Ömrün; elimize yalnızca bir defa geçecek, israf edilmemesi gereken bir sermaye ve bir miras yedi gibi harcanmaması gerektiğini…
Unuttuğumuz düşünmeyi, edebi, feraseti, erdemi, eminliği, kederi, bilgiyi, hikmeti, fıtrîyi, merhameti ve yardımı, vefayı, davayı, tasayı, diğergâmlığı, sanatı, tasavvuru ve vahyî olanı bir bir diriltmeyi...
Cevapsız bıraktığımız ve cevapsızlığı yüzünden yüzümüzü yere çivilediğimiz, zamanın idraki içinde kendi gerçeğimize sert bir şamar indirip irkilmeyi…
Ve artık vazgeçsek birilerini kınamaktan, kınayanın kınamasından korkarak ve utanarak gerçeğin gereğini yapmamaktan.
* * *
Atasoy Müftüoğlu’nun belirttiği gibi “Her bireycilik, her bencillik, her milliyetçilik yalnızca parçalayıcıdır. Bilgi, İslam’ın kalbidir. Bilgisiz bir İslamî hayat düşünülemez.”
Bu durumda amaçsız ve anlamsız bir yaşam sürerek, modernizmin dayattığı imajlar dünyasında, en bayağı rolü oynamaktan ibaret saymamalı hayatı insan ve dahi Müslüman.
Reklam, moda ve imajların dünyasında, küresel kasırgaların içinde sürüklenerek gerçeğe yabancılaşmış ve yozlaşmış bir yaşamın bize sağlayacağı şey, kendimizden uzaklaşmak olacaktır.
İrademizi başkalarına teslim etmek, gerçeğe kayıtsız kalmak, umursamazlık ve tepki duymamız gerekenlere tepkisiz kalmak ahlaksızca bir yaşam modelidir.
Günümüzün semboller dünyasında; adam olmak için bilmek, bilmek için okumak gerek. Bilgisiz hayatlar, sahte ve sanal bir yaşam ve bilinçsiz kölelikler doğurur. Modernizmin istediği de; bize sunulana kayıtsız kalarak köleleştirilmemiz değil mi?
O halde bize düşen; modernizmin, kapitalizmin, idolizmin, emperyalizmin, imajizmin, militarizmin dayatmalarından ve prangalarından kurtulmak…
Sivilleşmek…
Her türlü köleliği reddederek özgürleşmek…
Fıtrata dönmek ve vahyin muradına hâsıl ve vâsıl olmak!
Bizimle gidecek olan şey sadece yapıp etmediklerimiz.
Önemli olan Bush gibi değil, Alia gibi izzetle anılmak.