Dolar

35,2044

Euro

36,6651

Altın

2.955,94

Bist

9.626,56

İnsanlığın en büyük derdi medeniyet hastalığı

15 Yıl Önce Güncellendi

2011-05-02 01:22:28

İnsanlığın en büyük derdi medeniyet hastalığı

1928’de West Virginia senatörü Matthew Neely, ‘insanlığın en büyük derdi’ diyerek başladığı kongredeki meşhur konuşmasına şöyle devam ediyor:   “Giyotinden daha aç gözlü, savaşa giden en kuvvetli ordudan daha yıkıcı, insan ırkının varlığını tehdit eden, herhangi bir musibetten daha ürkütücü bir canavardan söz etmek istiyorum.   Sözünü edeceğim canavar; her ülkede yetişkinlerin ve çocukların etini, kanını, beyinlerini ve kemiklerini yiye yiye semirmekte.   Onun yüzünden mahvolan insanlığın iniltisi, hıçkırığı, çığlığı, elle tutulabilir bir şey olsaydı, dağlar kadar büyük olurdu.   Ağlayan kadınların gözlerinden akan yaşlardan, okyanus meydana gelirdi.   Dökülen kanla, her denizin dalgası kızıla bürünürdü.   Bu iğrenç, öldürücü ve doymak bilmeyen canavarın adı ‘kanser’dir.”   John Cope ise ‘Kanser: Uygarlık: Dejenerasyon’ adlı kitabında, ahlakî bir retorikle, kanseri medeniyet hastalığı olarak tanımlayıp şunları söylüyor: “Kanser; çökmekte olan bir kültürün belirtisi, aynı zamanda yozlaşmış gayri ahlakî davranışların bir sonucu!”   Cope’nin de ifade ettiği gibi bu acıklı durum, hastalıklı batı kültür ve medeniyetinin ürünüydü.   Çünkü batı; tek tip giyim, tek tip yiyecek, tek tip beslenme, tek tip eğlence, tep tip düşünce, tek tip evler kısacası tek tip insan istiyordu ve beraberinde tek tip hastalıkları da üretti.   Batı kültürünün inşa ettiği bu endüstri;   Uranyumu zenginleştirip atom bombasını yaptı, ikinci cihan harbini bu kahpe silahla kazandı.   Vietnam Savaşı’nda büyük felaketlere neden olan ve hâlen etkileri devam eden ‘agent orange / turuncu madde’ ile yakıp kavurdu insanları.                                                                                                                                           
DDT, Roundup gibi binlerce ölümcül tarım kimyasalıyla tabiatı katletti, hayvanları hatta insanları zehirledi.
 
İnsanların yüzde 99’una içirmeyi başardığı petrokimya ürünü ünlü içeceğiyle toplumları obez yaptı, kısırlaştırdı.
  Önce tohumun genetik yapısıyla oynayıp, adına ‘hibrit’ dediler. İnsan, hayvan, bitki veya diğer canlıların genlerini aktarıp, bu kez de adını GDO koydular.   Tabiî halini bozdukları tohumları yaygınlaştırıp, orijinallerini de hapishanelere doldurdular. Bu hapishanelerin adını da ‘tohum bankası’ koydular.   Her gittiğim yerde, ‘Türkiye’nin, dünyanın 3. en büyük tohum bankası kurduğu’ masalını soruyorlar. Bendeniz ise onlara şu örneği veriyorum.   Mesela, batı medeniyetinin eseri olan kanser hastalığına dûçar olmuş bir hastamız var. Ömrünün son anlarını yaşıyor. Doktor gelmiş, hastayı teselli ediyor. “Bak” diyor. “Şu dolabı görüyor musun! İşte bu dolap altın ve elmastan yapılmıştır. İçinde ise seni tüm dertlerinden kurtaracak iksir var. Sıkıntı etme, rahat ol!”   Türkiye’de veya başka bir yerde “Tohum Bankası” kurmak işte bu örnekteki gibidir.   Tohum bankası kurmak, tohuma mahkûm muamelesi yapmaktır. Oysa Allah, tohumu, tohum hapishanelerinde saklamamamız için değil, toprakta yeşertmemiz ve ürününden kurda kuşa, eşe dosta, konuya komşuya, fakir fukaraya da pay vermemiz için yaratmıştı.   Tabiî yapısını laboratuarlarda bozduğumuz tohumlardan elde edilen ürünleri insanlara yedirerek kanser yapıp, sonra da ‘tohum bankası kurduk’ diye övünmek, batının tuzağına bilerek veya bilmeyerek düşmektir. İnsanları ve kendinizi aldatmaktır.   Emanete ihanet, geleceğimizi yok etmek, yaşamımızı insanlık düşmanlarına altın tepside sunmaktır.   Birileri çıkıp bunu “çılgın bir proje” olarak halka pazarlayabilir. Kimimiz siyasi yandaşlıkla basiretsizce savunabilir, kimimiz de karşıtlıkla tefe koyup oynatabilir.   Oysa ne çekiyorsak, bu yandaş taraftarlık ve ölçüsüz karşıtlık yüzünden… Hep birden neden ‘tohumlar toprakta değil de, modern hapishanelerde’ diye sormuyoruz?   ‘Toprağa nesepsiz tohumları ekipte, tabiîlerini neden banka dediğiniz depolarda saklıyorsunuz’ da demiyoruz?   Biri bizi, Matthew Neely’in tarif ettiği batının canavarına yem ediyor. Bizler ise, yüz yüze kaldığımız acıklı durum için sadece seyirciyiz!   Ayakkabıları, çorapları, şapkaları, atletleri, gömlekleri, çocuk ve kadın bezleri, ve sair giyim eşyaları, tüm mutfak gerekçeleri, bebek ürünleri, sağlık malzemeleri, hijyen gereçleri, temizlik ürünleri, gözlükler, saatler, araçlar, telefonlar, bilgisayarlar hatta hatta şifa niyetine yediğimiz envai tür yiyecekler, tedavi için kullandığımız ilaçlar, vs hepsi petrol ve plastikten.   Petrol yiyoruz, petrol içiyoruz, petrol soluyoruz, bunun adı da çağdaşlık ve medeniyet oluyor.   Petrol ye medenileş! Petrol iç çağdaşlaş! Petrol tüket modernleş! Nede olsa başka çare yok.   Neely ve Cope bugün yaşasalardı, kanser adlı sıradanlaşmış medeniyet hastalığı için aynı tanımı yaparlar mıydı bilmiyoruz. Oysa bugün her evli çifti bekleyen en büyük sorun, çocuk sahibi olup olamama endişesi.   Çağdaşlaşmanın ve batılılaşmanın armağanı olan kanser, sadece müptelası olana zarar verebilirken, yine çağdaşlığın ürünü kısırlık ise insanlığın geleceğini tehdit ediyor.   Bir yanda, çiftlerden 3 çocuk isteyen devlet, diğer yandan da yiyenlerini kısır eden ‘kısır hibrit tohumlar’ın üretimi ve tüketimini destekliyor. Gözden kaçan bu tenakus, insanlığı hızla 1 çocuğun bile hayal olacağı günlere sürüklüyor.   Artık 25 yaşında evlenmeden menopoz olan kızlar, 20 yaşında spermi olmayan gençler…   Ey batı ve batının tuzağını göremeyen yönetici, siyasetçi, akademisyenler eserinizle övünebilirsiniz.   Vaatlerin uçuştuğu seçim arifesinde çılgın bir proje lazımsa, asıl çılgın proje, bu korkunç tehdit için gerekli.   İnsanın kendinden başka düşman aramasına ne gerek var? Aynaya baksa yeter!   Kendi düşen ağlamaz.   www.twitter.com/ozerkemal   NOT: Bazı kıymetli okurun sabırsızlıkla beklediği “ŞEYTAN YE DİYOR! İnsan ne yemeli, ne yememeli?” isimli yeni kitabımız nihayet çıktı. İnşallah beklemeye değer bulursunuz.

Haber Ara