Dolar

35,2045

Euro

36,6832

Altın

2.955,83

Bist

9.626,56

İspanya’dan gider-ayak…

16 Yıl Önce Güncellendi

2010-07-16 21:32:00

İspanya’dan  gider-ayak…

AB dönem Başkanlığı İspanya’da idi. İspanya bu görevini devredeceği son günde, AB ile Türkiye arasında süren üyelik müzakere başlıklarından birini yani "Gıda Güvenliği, Veterinerlik ve Bitki Sağlığı" faslını açtı. Peki, İspanya giderayak bu ‘iyiliğe(!)’ neden ihtiyaç duydu? AB ile müzakere başlığı gıda olunca, bizi ister istemez yeni sorular sormaya itiyor. Tarım konusunda yakın zamana kadar kendi kendine yettiği söylenen Türkiye, acaba şimdi ne durumda? Tohumda İsrail’e bağımlı mıyız, değil miyiz?

 

‘Gıda güvenliği’, ‘hayvan sağlığı’ ve ‘bitki sağlığı’ gibi süslü başlıklar, herkes için sevimli gelebilir. Fakat Türkiye gibi gıda konusunda ‘güven’ vermeyen ülkeler için bu kavramlar oldukça lükstür. Özellikle de Tarım Bakanı Mehdi Eker döneminde daha da lüks haline geldiğini söylemek haksızlık olmaz. Sayın Tarım Bakanı hakkında yazmamım bazı çevreleri rahatsız ettiğinin farkındayım. Ama biz doğru bildiğimizi, herkesin rahatsız olması uğruna söylemeye mecburuz.

 

Geçenlerde kıymetli bir dostum, Mehdi Eker bey bakan olduğu zaman -yeni fark etmiş olacak ki- ‘burayı Türkçüler işgal etmiş’ gibi bir cümle sarf ettiğini söylediğinde, bu durumu hiç yadırgamadım. Tarım Bakanlığı bürokrasisinin, ‘uç milliyetçi’ çizgideki yurttaşlardan oluştuğunu herkes bilir. -8 yıllık Ak Parti iktidarı döneminde önemli bir değişimde yaşanmadı- Demek ki Tarım Bakanı, bakan olana dek bu gerçeğin farkında değilmiş. Muhtemeldir ki bakan olmayı hiç hayal etmiyordu. Bu nedenle de kendisi için sürpriz olmuştu. Beş yılı aşkındır süren icraatlarına baktığımızda, hiçbir projesinin olmadığından anlayabiliyor. Hiçbir projesi yoktu yok olmasına ama hem ülke hem de insanlık için felaket olan tohum, GDO ve sözde gıda, hayvan ve bitki sağlığı adlı konularda egemen küresel güçleri arzuladıkları kriterde, yasa çıkarmada oldukça mahir çıkmıştı.

 

Meseleye hissi ve ideolojik bakmadığınızda, İspanya’nın AB ile müzakere edilecek en önemli başlığı giderayak açmış olmasına sevinmek şöyle dursun, üzülmemek elde değil. Son beş yıla bakınca bu başlığında heba edileceği aşikârdır. Tarih bize, hangi toplum tarımı önemsememiş ise nâmerde muhtaç duruma düştüğünü göstermekte. Henry Kissenger bu endişemizi; “Tarım, Tarım Bakanlarının ellerine bırakılamayacak kadar önemlidir” cümlesiyle dile getirmekte. Peki, ünlü Siyonist Kissinger’i bu cümleye iten neden neydi?

 

Türkiye Cumhuriyeti 1950’den bu yana tarımı, ülke için bir sorun olarak görmüş müdür? Geçtiğimiz yıl Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği’nden “Milli Güvenlik Kurulu oluşturulduğundan bu yana ‘tarım politikası’ ve ‘gıda güvenliği’ kurul gündeminde tartışılmış mıdır? Tarım politikası ve gıda güvenliği konusunda Tarım Bakanı yahut Tarım Bakanlığı Müsteşarı MGK toplantılarına hiç davet edilmiş midir? Tarım politikası ve gıda güvenliği konusu MGK gündemine gelmiş midir’ diye sormuş ve konu hakkındaki kararlardan birer suret gönderilmesi” talebinde bulunmuştum. MGK’nın verdiği cevabı, herkesin tahmin etmiş olduğunu sanıyorum. Yine sanıyorum ki; MGK kurulduğu günden bu yana, milleti kamplara bölen gizli ‘siyaset belgelerini’ hazırlamaktan, bu gibi ciddi meselelere vakit bulamamış olmalı. Neyse ki o günlerin bitmesine çok kalmadı. Belki bu günlerin sona ermesi neticesinde, MGK da, tarım ve gıda sorununu artık bir ülke sorunu olarak görebilir. Belki bir gün, egemen güçlerin politikalarını ifşa eden Kissenger’in tarihi cümlelerinden, bu ülkeyi yönetenlerin de ders çıkardıklarını görmek biz fanilere de nasip olur.

 

İspanya’nın açtığı fasıla dönecek olursak, aslında İspanya dönem başkanlığının ilk günlerinde AB-Türkiye müzakerelerinde en az 3-4 başlık açma sözü vermişti. Fakat hiçbir adım atmamıştı. İspanyanın bu sözünü hatırlamayanların bir kısmı, buna pek sevindi, bir kısmı ise bunu AB’nin ‘eksen kayması’ iddialarına cevap vermesi olarak yorumlamayı tercih etti. Hâlbuki hepsi de gerçeği görmemizi engelleyen safça yorumlardı. Çünkü dış politika ne kadar önemli ve yetkinlik gerektirir ise, tarım politikaları da en az o kadar önemli belki de hepsinden daha da önemli. Tarımda başkasına bağımlı olmak, dış politikada da belirleyici unsur olacaktır. Bunun en belirgin iki örneğini sunarak, konuyu anlaşılır kılmaya gayret edelim…

 

Mavi Marmara Gemisi’nin Gazze çıkarması, bazı meseleleri hem Türkiye’de hem de dünyada yeniden tartışılır kıldı. Bu nedenle, daha belirgin bir olaya kadar “Mavi Marmara’dan önce Mavi Marmara’dan sonra” demek zorunda kalacağız. Bu nedenle, İsrail’le ilişkiler yeniden sorgulanırken, Türkiye’nin de tohumda İsrail’le bağımlılığı yeniden tartışılır hâle geldi. O gün bugündür, Bakan’a hep tohum konusunda İsrail’e bağımlılığımız soruluyor. Bakan da geçmişte söylediklerinin aksine, politik tutarlıklıktan uzak cümleler sarf etmeyi sürdürüyor. Bakan Eker, bundan iki yıl önce yaptığı bir açıklamasında “bazı ulusalcı çevrelerin 'tohumda İsrail'e bağımlı hale geldik' şeklindeki eleştirileri gerçeği yansıtmamaktadır. Bu bir şehir efsanesidir” demiş. Bunu da Türkiye’deki Yahudi Cemaati’nin yayın organı olan Şalon Gazetesi 7 Mayıs 2008 tarihli nüshasında yayınlamıştı. Bu açıklamada Bakan, tohum konusunda eleştiri yapanları ‘ulusalcı’ olmakla suçluyor ve iddiaları ‘efsane’ olarak niteliyor. Tohum konusunda İsrail’e olmasa bile Siyonistlere –İsrail’de bu Siyonistlerden biridir– bağımlı bırakıldık diyenlerden biri de biziz. Bir Müslüman olarak kavmiyetçilik gütmemiz mümkün değildir bu nedenle asla ulusalcı da değiliz. Fakat Bakan gibi düşünmüyor, gelişmelerden endişe duyuyor, acı gerçekleri iktidara -iktidarın nimetlerinden uzak kalma uğruna- söylemekten de geri durmuyoruz. Bu yaftalama, Demirel’in ülkeye armağan ettiği ‘siyaset demogojisi’nden başka bir şey değildir. Aynı zaman da hem basit hem de son derece basiretsizcedir.

 

Anasol-M hükümetinin başarısız bakanlarından Hüsnü Yusuf Gökalp, bir gazeteye verdiği demeçte diyor ki; “Tohum önemli bir konu. Sebze tohumlarının çoğunu maalesef hâlâ ithal ediyoruz. Bizim dönemimizde tohumla ilgili çalışma yapınca Devlet Bahçeli’den bile destek alamadık. Destek alsaydık, o kanunları Bakanlar Kurulu’na getirirdik. O dönem yaptığımız çalışmalar nedeniyle, dönemin ABD Ankara Büyükelçisi Robert Pearson,’Nasıl kendi tohum çalışmanızı yaparsınız? ABD’den buğday neden almıyorsunuz?’ gibi ifadeler içeren mektuplar yazdı. Ben o mektupları yırtıp attım. Ama hepsi bakanlık kayıtlarında mevcuttur.”

(Bu konuda çok ilginç gelişmeler oldu. Başka bir makale de ele alacağız)

 

Görüyorsunuz ki; iktidarında susan bir bakan, bugün muhalif olduğu iktidarı eleştirmek için konuşuyor. O gün o mektubu kamuoyuna açıklamak ve medyaya dağıtmak yerine, bugün ise hiç sıkılmadan ‘yırttım attım’ diyor. Tarım ve tarım bakanlarımızın hâli pürmelâlini göstermesi bakımından sizce de manidâr değil mi? Bakan Mehdi Eker önceki günlerde yine konuşmuş ve diyor ki: “Türkiye’nin İsrail’e sattığı tarım ürünü yıllık 142 milyon dolardır. Bunun içinde gıda ürünleri ve tohum da var. İsrail’den aldığımız ise 27 milyon dolardır. Bunun içinde tarım ürünleri, gıda ve tohum da yer almaktadır.” Ama gerçek şu ki; İsrail’den tohumu alan biz, bizden oraya satanlar ise batılı şirketler. Bu satışın Türkiye üzerinden satılmasının dışında Türkiye’nin hiçbir payı yok. Ama bu hassas detayı söylemiyorlar…

 

Bu arada Dış Ticaret Müsteşarlığı’na “Türkiye, 2009 yılında hangi ülkelerden ne kadar tohum ithal etmiş, ne kadar ihracat yapmıştır ve bunun için ne kadar ödeme yapmıştır’ sorularını yöneltiyorum. DTM zoraki verdiği cevapta özetle diyor ki; “2009 yılında Türkiye’den 47 ülkeye toplam 17.618.000 dolar değerinde ihracat yapılmıştır. Aynı yıl içerisinde ise 45 ülkeden 132.214.000 dolar değerinde ithalat. İthalat ise hem ‘kamu’ hem de ‘özel sektör’ kuruluşları tarafından gerçekleştirilmiştir.” Görülüyor ki Bakan Eker ‘kamu olarak tohum ithal etmiyoruz’ dese de DTM’lığı aksini söylüyor. Kaçak tohum girişlerini saymazsak ve gümrük beyanlarını yüzde 100 doğru kabul edersek, bu cevaba göre Türkiye, tohum konusunda 114.596.000 dolarlık açık vermiş. Bu özet veri bile, flora ve mevsimsel zenginlik açısından dünyada eşi ve benzeri olmayan bir ülkede, tohumda başkalarına bağımlı olduğumuzu göstermiyor mu?

 

Geçtiğimiz aylarda 21 yoğurt markası üzerinde yapılan bir laboratuar incelemesinde, aralarında ünlü markalarında bulunduğu hiçbir yoğurt ‘tüketilebilir çıkmamış...’ Hepsinde zararlı kimyasallar ve katkılar bulunmuş. Hakeza aynı durum salam, sosis, sucuklar içinde geçerli. Bunun neyini, kiminle müzakere edeceğiz. Bu bağımlılıkta, aralarında Siyonist İsrail’inde bulunduğu kırktan fazla ülkeden söz edilse bile, bunun hiçbir önemi yok. Dünyanın tohumuna sahip üç şirket var. Üçü de Siyonist. Bu kırk küsur ülkeden aldığımızı sandığımız tohumları da, bu şirketlerin o ülkelerdeki yerel uzantılarından sağlıyoruz. Her yıl yeniden almak üzere. –Bir şirket hangi ülkede kurulu ise o ülkenin ürünü olarak sunuluyor. Bir şirketin Türkiye’de faaliyet göstermesi asla Türkiyeli olduğu anlamına gelmez. Başındaki yönetici ve çalışanlarında hiçbir önemi yok. Asıl olan patron ve karar vericiler kimdir? Şimdi biz CocaCola’ya ‘Türk Malı mı?’ diyeceğiz– Bu şirketler tohum vermiyoruz derse; bu ülke ya da ülkeler, ya ‘aç kalır’ ya da ‘tüm gıdasını ithale mecbur kalır’. –Tabi onu da verirlerse– Daha ötesini bilen varsa izahını bekleriz.

 

Türk Şeker’in verdiği resmi cevaba göre; Türkiye, şeker pancarı tohumlarının tümünü İsveçli ‘Syngenta’ ile ‘KWS’ firmalarından alıyormuş. Peki, kim bu şirketler? Syngenta, Novartis ilacında sahibi olan dünyanın en büyük üçüncü tarım kimyasalları ve GDO şirketi. Otakları ise Henkel, T-cell, Kraft, Unilever, Pepsi, Sandoz, Bill Melinde Gates Vakfı gibi çok sayıda küresel şirket. Dünyanın 6. büyük GDO’cusu KWS ise Monsanto ile de ilişkili bir Alman firması.

 

Geçen hafta Tunus Nahda Hareketi lideri Raşid El Ganuşi ile yemek yiyoruz. Ben açmasam bile, benim olduğum ortamda söz mutlaka tohuma ve gıda güvenliğine geliyor. Üstad Gannuşi’ye, konunun siyasi, dinî, sağlık, sosyal, ekonomik, çevresel boyutu olduğunu izah ettim. Kendisi “gıda meselesinin bir zahirî bir de batınî boyutu olduğunu, künhüne vakıf olamadığımız batın kısmına muttali olduğumuzda hiçbirini yiyesimiz gelmez. Çaresizlikten zahirîne bakıp yiyoruz” dedi. Aslında bütün meselelerin bu izahta olduğu gibi, bir zahirî/aşikâr bir de batınî/göremediğimiz yönü var. Hep zahirle amel ettiğimizden sadece gerçeğin üstüne yeni bir örtü daha örmüş oluyoruz.

 

Aslında çözüm için söylenecek çok şey var. Fakat bana verilen kelime haddini çoktan aştım. Bu nedenle şimdilik ‘gölge etmesinler başka ihsan istemeyiz’ demekle yetinelim. Ama şunu belirtmeliyiz ki: ‘Tarım Bakanlığı’nın lağvedip, her şeyi kendi haline bırakmaya ne dersiniz? Çünkü bugünden daha kötüsü asla ol(a)maz. Bilakis…’

 

(Bu makale Özgün Duruş Gazetesi için kaleme alınmış ve 15 Temmuz tarihli 45. sayısında yayınlanmıştır.)

Haber Ara