Ölüm, tüketim çağının insanları için anlamsız bir çaresizlik hali olmalı. Erdem Beyazıt, her ne kadar
‘Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm
Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm’ dizelerini tüketim çağının başında yazsa da, bu ve benzeri dizelerin o çağın insanı için anlamı, dramatik bir müzik eşliğinde dinlenip ancak anlamlandırılamayan bir seramoniden ibaret.
Çağımız mürebbilerinin haz ve şehvet eksenli olarak yetiştirdikleri insan, ölümü, ölümün kıyısına yani ölümle burun buruna geldiğinde anar haldedir. ‘Anı yaşa’ telkini ve dikte edilen hayat tarzı, insanın ölümü tahayyül etmesine engel. İnsan ölümü ve ötesini anlamlandıramadığı için hayvanileşmekte, hayvanileştikçe hayvandan aşağıya ve daha aşağıya ilerlemekte. Kısaca çağın hâkimleri, çepeçevre kuşattıkları insanı, bitmek tükenmek bilmeyen ihtiyaçlara gark edip, ardından kıstıkları gelirleri arasında bir damla su için canını vermeye hazır bir canlının içine düştüğü, dramatik hâli temaşa ederkenki müstehzi davranışları karşında ölümü düşünebilecek bir imkânı olamaz.
Hakikat odur ki; bu çağ, geçmiş hiçbir çağa benzemiyor. Bin bir türlü meziyet, bin bir eziyeti bin bir türlü nimet, bin bir türlü zeval, bin bir türlü izzet, bin bir türlü zillet, bin bir türlü hâl, bin bir türlü muhal, bin bir türlü iyilik, bin bir türlü kötülük, tahrik, tahrif, tahrip, tehdit, telkin, tesir, temayül, tereddüt ve kayboluş, kördüğüm olduğu karanlık hatta kapkaranlık bir çağ. Kimileri bitkisel ve kimyasal uyuşturuculara müptela, kimileri ilaç maymunu, kimileri ise bu müptezellik üzerinden gelecek inşası peşinde.
Ölüm, aslında inanan için de inanmayan için de bir kurtuluş aracı. Çünkü, inanmayan için girdabına düştüğü batı tarzı sefih ve bohem hayatında erişemediği ve erişmesi imkânsızlardan kurtularak yok olup gitme; inanan için çirkeflerin istila ettiği dünyadan necata ve huzura eriş… Hz Peygamber s.a.v.’in “Ya Fâtıma baban bugün bütün dertlerinden kurtulacak…” şeklindeki mübarek sözlerinden, çoğumuzun ölüm sandığı şeyin aslında, O’nun için o an bizim anladığımızdan öte bir kurtuluş ve kavuşmadır. O’nun düşmanları içinse ölüm, aslında kurtuluştan uzaklaşmadır. Bir müşrik için dünya hayatı cennettir ve bu dünyada zevk-ü sefa veya sefahat sürmesi cennetini yaşamasıdır. Yani her insan için bir cennet bir de cehennem hayatı mutlaktır. Bu dünyasını cennete dönüştürenler ebedi dünyasını cehenneme dönüştürebilirlerken, bu dünyası cehenneme dönüştürülen kimse ise kâmil bir Mü’min olmayı başarabilmesi durumunda ebedi dünyasında cenneti hak edebilecektir.
“Hastalıklar, ölümden elçi olarak gelmektedir; ey boşboğaz, ölümün elçisinden yüz çevirme! Tatlı yaşayan sonunda acı ölür. Ten kaygısında olan sonunda canını kurtaramadı. Koyunların kırdan sürer getirirler, hangisi daha besili ise onu keserler” diyen Hz Mevlana; anlayabilene mühleti dolanın semiz olmasını ölümün bahanesi olarak sunarken, ölümün bahanesi ve hatırlatıcısı hastalıkları iyi bir haberci olarak takdim ediyor.
Kimi Peygamberler ve çağdaşı insanların dokuz yüz hatta bin yıldan fazla yaşadıkları nakledilir. Çağının bin bir türlü sorununa mübtelâ olmuş birinin ölemeyerek, yüzlerce yıl hayatta kalması durumunda meydana gelecek çaresizliğin oluşturacağı travmatik ve şizofrenik durumu tahayyül edince, ölümün kurtuluş olduğu, öte yandan Karun-î bir düzen kurmuş ve Firavunlaşmış birinin bunca yıl sürecek hayatı karşında, dünyanın ve insanlığın maruz kalacağı acınası hâlin tek çözümüdür ölüm. Ölüm olmasaydı kıymeti kalır mıydı hayatın ve çekilebilir miydi bunca zulüm, işkence ve ızdırap?
Bir ‘ölüm şiirleri antolojisi var mı?’ bilmiyorum. Aslında ölüme dair çok şey söylemek yerine, aralıksız devam eden ölüme dair tefekkürleri artırmak, bunun içinde bir ölüm anı kadar derin izler bırakan dizeler içinde yoğrulmak ve yorulmak nefisler için bir uyarı olabilir.
Çağının bunca kiri karşısında tertemiz kalmayı başarmış, asrının ‘Hz Ali’si, Aliya İzzetbegoviç merhumun “kişinin ölümü de hayatı kadar değerlidir” dediği gibi yaşamla, ölüm ve sonrası arasında kopmaz bağı anlatan çok ama çok örnek olduğu herkesçe malumdur.
Ölüm var mı yok mu, öldüğümüzü sanmak gerçekten ölüm müdür? Ümidini yitirmiş, ruhları bedenlerini terk etmemiş canlı ölüler, ölümü yoksa dirimidirler? Acaba ölüm, sadece dinî anlamda ruhun bedeni terk etmesi midir? Kişinin bir daha geri dönüşü imkânsız bir biçimde dünyayı terk edişi olarak ifade edilen “tam ölüm hâli”ne “beyin ölümü” diye eklenen yeni hâl; tasavvuf ehlinin ‘ölmeden önce ölünüz’ şeklindeki eğitici ve olgunlaştırıcı öğretisinin, tıbbi yahut da maddeye tahvil edilmiş hâli olarak tanımlamakta en azından bendeniz açısından bir beis yok. Yoksa ölmeye dair derin soru ve sorguları yeniden mi yapmalı? Özellikle de materyalist düşünce mensuplarının anlam veremediği bu yok oluştan yeni varlık âlemine geçişi izah için daha derunî bir birikim her Müslüman için mutlak bir gereklilik. Fakat Müslümanların bu derde derman olacak bir himmeti gösterip göstermeyecekleri belki de daha ölümcül bir sorun.
Aslında hepimiz her gün ölüp ölüp diriliyoruz. Bu ölüp ölüp dirilme, halk arasındaki ‘ölüp ölüp dirildim’ şeklindeki sıkıntılı hâlden öte, ‘rüya’ dediğimiz olayların cereyan ettiği ölüm provası uyku. Belki de Dr. B. Klein’in bilimsel buluşuna göre, dizilere konu olabilecek kadar uzununun, yirmi saniye sürdüğü rüyanın yaşandığı uyku, ölüp de dirilmenin bir başka hâli. Bu küçük ölümü her gün yaşayan, her gün bir yakınının ölümüne şahitlik eden ve çağımızın savaş, salgın hastalıklar, iş ve trafik kazaları gibi her an hepimizi ölümle burun buruna yaşama mecburiyetinde olan insanların, ölümü ciddiye almamaları nasıl izah edilebilir?
Bu bağlamda seküler düşünce mensuplarını anlamamak elbette imkânsız. Fakat kendini Müslümanlardan kabul edenlerin, ölümle kendi aralarına koydukları ve hiç ölmeyecekmişçesine sürdürdükleri dünyevileşme ve modernitenin dayattığı dünyaperestlik üzerinden inşa ettikleri yığmacı, sıkmacı ve müstehlik zihniyetin körlük ve değişimini anlamlandırmak da bir o kadar güç. Konuşurken mangalda kül bırakmayan, ancak mal ve makamı ele geçirince uğradığı dönüşüm, malum zafiyet mensuplarının kişisel paradigmasının iflasının ilanıdır. Çoğu kez karşı karşıya kaldığımız bu durum, açmazımızın nedeninin galiba ya ölümsüzlük iksirini elde ettiğimiz zannı yahut da dil ile ikrarın kalbe ulaşmadığının alâmetifarikası olsa gerek. Artık sık olmanın ötesinde görülen bu sorunun elbette tek bir çözümü yok. Bu durum kişisel bir sorun olmaktan öte kimliksel bir sorun hatta birkaç yüzyılı aşan beden ve dolayısıyla ruh modifikasyonu sonucu erişilmiş, ruhsal ve inançsal mutasyon olduğu da söylenebilir.
1800’lerin son çeyreğinden sonra insan üzerinde oynanan sihir ve genetik değişimin, algı dünyamızın darmadağın olmasına, bedenimizin hastalıklı hâle gelmesine ve akıl tutulmasına neden olduğu ortada. Bu nedenle beden, akıl ve algı sorununa duçar olmuş bir topluluğun inanç zafiyeti yaşaması, dolayısıyla ölüm ve ötesi ile olan bağında bir kırılma hatta kopma meydana gelmesi kaçınılmaz olacaktır. Bundan kurtulmanın yolu; sadece daha çok okuma, daha çok yazma, daha çok zenginleşme yahut fakirleşme değil. Bunlarla beraber beden ve ruhun yapısı ve de iman algısı ile ibadet hazzına direkt tesir eden, dolayısıyla da ölüm ötesi için say-u gayreti yok eden gıdasal beslenmemizin tümüyle gözden geçirilmesi, ivedi ötesi bir zaruret.
Hesabın helâl kazanma ve binlerce kir için yüzde beşlik bir arınma miktarına indirgenmesi maalesef helâl tüketme zaruretinin özerine örtmekte. Tefekkür dünyamızı zenginleştirici çaba içerisindeki bilgelik boyutundaki kimseler ile hikmet ehli olmamız için didinen seçkinlerimizin âni bir fren yapmalarının vakti gelip de geçiyor!
Damarlarında dolaşan kanın grupsal ve mikropsal yapısı, tıbbın öngördüğü mükemmel bir yapıda olsa bile –ki bu mümkün değil– onu inşa eden gıdaların menşe bilgisine yani helâl bir üretim düşüncesinin, helâl yöntemler kullanarak üretilmesi ve helâl emri muvacehesinde tüketime arz-ı ve tüketilmesi, arzulanan ancak bir türlü inşa edilemeyen iman, idrak ve irfan yani fıtrata uygun gıdaların üretim ve tüketimi için model imarına başlamaları öncelikli sorunumuz.
Şayet, ölümden murat edilen maksada erişmek istiyorsak başka çaremiz yok. Çünkü son asırda tartışa geldiğimiz, tarımdaki mübeddellik aslında tarım üzerinden insan ve iman tahribine matuftur. Buda diğer sorunların da çözümünü içeren yeni bir inşa zaruretini doğurur.
Ölüm sabit bir olgudur ve o bize doğru hiçbir hareket içermez. Daha gerisi de olmakla beraber biz ana rahmine düştüğümüz andan itibaren hızla yaklaşırız ölüme.
“Geldi geçti ömrüm benim
Şol yel esip geçmiş gibi.
Hele bana şöyle geldi:
Bir göz yumup açmış gibi.”