Birkaç haftadır dünya Mısır devrimini, Habertürk ise ‘mısır bitkisi’ni tartışıyor.
Doğdukları günden bu yana Hüsnü Mübarek’ten başka yönetici görmeyen gençler, hangi saikle veya saikler yüzünden olursa olsun isyan etmiş ve son Mısır Firavunu’nu tahtından indirmişlerdir.
Mısır Devrimi ile pek ilgilenmeyen Habertürk ve özelde ise Yiğit Bulut, mısır şekeri (NBŞ)’ni tahtından edebilecek mi, bunu zaman gösterecek.
Habertürk sayfa ve ekranlarında süren tartışmada iki şey gözden kaçmıyor. Birincisi, pancar şekerinin masum gösterilmesi… İkincisi ise bu savaşın niye çıktığı…
Bu savaşın neden çıktığı yönünde medyada çok sayıda haber ve makale yer aldı. İddia o ki; bugüne kadar medya sektöründen uzak duran, dünya GDO ve tarım devi Cargill’in Türkiye ortaklarından olan Ülker Grubu, yabancı bir ortakla birlikte Aydın Doğan’ın gazete ve televizyonlarına talip…
Habertürk’ün sahibi olduğu Ciner Grubu ise, Ülker’in medya sektörüne girmesini istemiyor. Ayrıca Doğan’ın yayın organlarını kendisi almak istiyor.
Tartışmada üslubun inandırıcı olmaktan iyice uzaklaştığı açık… Çünkü mısırdan elde edilen nişasta bazlı şeker/tatlandırıcı türleri, kanser başta olmak üzere birçok hastalığın nedeni olarak gösterilirken, şeker pancarından elde edilen rafine beyaz veya kahverengi şeker ‘masum’ olarak gösteriliyor.
Son programda ise ‘şeker’ Mustafa Kemal’in emaneti olarak Kemalizm’in kutsalları arasına alındı. İki hafta kadar sonra raflarda olacak olan, oldukça hacimli yeni kitabımda, şeker/tatlandırıcı türleri, bağımsız bir kitap olabilecek kadar ayrıntı ve hacimde ele alınıyor. Tarihi süreçleri ve günümüzdeki durumu, çok sayıda veri ile birlikte sunuluyor.
Son tartışmalar çerçevesinde kafası karışanlara bazı özet bilgi sunalım.
Dikkat edilirse, programa genellikle pancar şeker savunucuları davet ediliyor. Oysa şekerlerin hiçbir türü masum olmadığı gibi, insan tüketimi için uygun değil. Daha da ötesi, dünyada şekerin diğer adı: Yasal uyuşturucu!
Yapılan tartışmada, her şeyin sorumlusunun sadece NBŞ olarak gösterilmesi hiç kuşkusuz çok büyük bir hata. Ama kimin umurunda... Kendisi ile özellikle GDO ve tarım endüstrisi firmalar konusunda, gece ile gündüz gibi düş(ün)düğümüz Prof Selim Çetiner, son programda, “siz her sorunu nişasta bazlı şekere indirgeyerek, pancar şekerini masumlaştırıyorsunuz. Oysa 3 beyazdan (rafine şeker, rafine un ve rafine tuz) sakınılmasını herkes öğütlemiyor mu? Nişasta bazlı şeker ne kadar zararlı ise, pancar şekeri de aynıdır” mealinde bir cümle söyleyerek konuyu iyi bir şekilde özetledi.
Bu durumda acaba birileri bizi, ‘doludan korumak gibi bir gerekçeyle, sele mi teslim ediyor?’ diye düşünmeden edemiyor insan. ‘Tatlı bela’ demekte hiçbir beis olmayan şeker ve türevleri ile ilgili kısa notlar düşelim.
Beyaz şekerin kara talihi
İngilizlerin dünyaya armağanlarından biri olan rafine şeker, “modern tarihin en büyük bilmecelerinden biri ve en büyük ahlakî gizemlerinden biri olmayı sürdürmekte…” (Henry Hobhouse, Değişim Tohumları s. 65, Doğan Kitap.) Şekerin bilinen tarihi M.Ö. 3000’li yıllara kadar uzanır. Ancak o şeker, bugünkü şeker değil. Müslüman âlimler, İran’dan aldıkları şeker kamışını sadece ilaç yapımında kullanırlardı. Çünkü insan bedeninin, dışarıdan şeker almaya ihtiyacı yok.
Bütün yenilebilir bitkiler; çeşitli oranlarda lif, yağ, nişasta, protein ve şeker içerirler. Bu gıdaları tüketen bütün canlılar, lif ve nişastayı biyokimyasal yöntemlerle şekere dönüştürürler. Vücudun ürettiği bu şeker kana karışır ve enerji kaynağı olur. Bütün kaynaklar ve veriler gösteriyor ki; ‘şeker kamışı’ ve ‘şeker pancarı’ndan elde edilen ve ‘rafine şeker’ olarak da bilinen ‘endüstriyel şeker’, üretilmeye başlanmadan önce, insanoğlu daha sağlıklı bir hayat sürmekte idi.
Müptelasını kendine köle eden bu beyaz kristal, milyonlarca insanın köleleştirilmesine ve İngiliz asillerinin keyifleri için hayatlarından olmalarına neden oldu. Şeker bugün son derece ucuz olsa da, iki üç yüzyıl önce neredeyse altına eş değerdeydi.
Şekersiz bir yaşam mümkün değil!
Evet, bu başlık çok doğru fakat bu şeker; sanılanın aksine her gün çaya çorbaya eklediğimiz toz ve kesme şeker olarak bilinen rafine şeker, nişasta bazlı şeker ve diğer tatlandırıcı türleri değil. İhtiyacımız olan şeker, günlük tükettiğimiz birçok meyve ve sebzede, vücudun ihtiyacını görecek miktarda zaten yer alıyor. Üstelik soğan, sarımsak gibi bitkiler bile şeker ihtiva eder.
İlave olarak, kullandığımız tatlandırıcı şeker; tüketen herkesi kendisine bağımlı kılan, şişmanlatan, dişleri çürüten, sinir sistemini tahrip eden, bağırsak tembelliğine ve vitamin eksikliğine neden olan ve sonuçta kanser yapan gereksiz bir uyuşturucu.
Şeker, ilk olarak üreticisini öldürmeye başlar, sonraları ise tüketicisini. Eskiden İslam toplumlarında, alkollü içeceklerin haram olması nedeniyle, bal ve pekmezden yapılan hoşaf ve şerbet gibi alternatif sağlıklı içecekler vardı. Batılılarda ise, günümüzde de olduğu üzere, alkol yoğun olarak tüketiliyordu. Şekerin gündelik hayata girmesi, yine batılıların ayyaşlığa alternatif aramasından kaynaklanıyor.
Batılılar çay, kahve ve kakao ile karşılaşınca, ilk kez alkole karşı yeni bir seçeneğe kavuşurlar. Birahanelerin kaba sabalığı ve çirkefliğinden kurtulmak isteyen mutedil batılılar için çay, bir lüks olmaktan çıkmaya başlar. Ancak pek alışık olmadıkları çay, kahve ve kakao acı gelir. Bunun için de, bu alternatif içeceklere şeker ilave edilmeye başlanır. 1680’lerde başlayan bu süreç şeker talebini artırınca, fiyatı da hızla düşmeye başlar. Bu üçlü sıcak içeceğin ayrılmaz bir parçası haline gelen şeker, 20. yüzyılda ise bir bakkal malzemesine dönüşecektir.
Batılı tüccarların hayallerini süsleyen şeker, bir yandan üretilmesi için Afrikalıların köleleştirilmesine neden olurken, diğer yandan da tüketenleri kendine bağımlı kılarak, iki tür köleliğe neden olmuştur. Şeker köleliği ilk olarak, 1443’de ‘ham’ın çocukları dedikleri siyah Afrikalıların yakalanıp, gemilerle Güney Avrupa’ya getirilmeleri ile başlar. Özgür beyaz adamın esir ettiği siyahlar, altın gibi gelir getiren şekerin üretilmesi için çalıştırılacaklardır. Çünkü bunlar insan sayılmıyor. Getirilen kölelerin, okuma yazması ve Hıristiyan olmaları da yasaklanır. Böylece siyah derililerin, beyaz insandan aşağı bir varlık olarak kalması öngörülür.
Afrika’dan köle olarak getirilen 20 milyon kişiden, 15 milyon kadarının şeker için kullanıldığı sanılıyor. Köleliğin ilk dönemlerinde, bir kölenin bedeli yarım ton şekerdir. İlerleyen dönemde ise şeker fiyatları düştüğü için bu rakam 1 köle = 1 ton şekere eşitlenecektir.
Üretimi, petrolü rafine etmeye benzeyen beyaz şekeri, ilk olarak Alman kimyacı Margraf rafine eder. Ticari şeker üretimi ise, Margraf’ın ölümünden 15 yıl sonra 1801’de başlar. Tek tür tarımın yani mono kültürün ilk örneği olan şeker pancarı ekimi, 1800’ün ilk çeyreğinde başlayarak yaygınlaştırılır
Osmanlı döneminde şeker, halen Osmanlı için bir endüstriyel ürün değildir. Çünkü Osmanlıda bal ve pekmez gibi tabiî ürünlerden yapılan şerbet ve tatlılar nedeniyle, endüstriyel şekere ihtiyaç duyulmamıştır. Ancak şeker ticaretinin hatırı sayılır bir gücü vardır. “Özellikle Adana ve Antalya çevresinde, önemli ölçüde şeker kamışı yetiştirilir.”(Evliya Çelebi, Seyehatnâme) “Fatih Sultan Mehmet döneminde inşa edildiği rivayet edilen İstanbul Fatih’teki ‘Şeker Han’ı, şeker ticaretinin merkezi konumundaydı.” (İstanbul Ansiklopedisi, ‘Şeker Han’ maddesi) Hollandalı doktor gezgin Leonhart Rauwolff, 1573’de Trablusşam’ı ziyaret eder. Ziyaret anılarını kaleme alan gezgin, çok çarpıcı tespitlerde bulunur ve şunları not eder: “Türkler ve Araplar, yanlarına bol miktarda kamış alıp, sokakta soyarak utanmadan yiyorlar. Şeker düşkünlükleri, onları zevk ehli haline getirmiş. Böylece Türkler, kendilerini oburluğa bırakıyorlar. Bu nedenle eski zamanlarda olduğu kadar, düşmanlarına karşı savaşmaya hazır ve cesur değiller.”
Şeker Cumhuriyet’in ürünü
Habertürk’te ifade edildiği üzere şeker, Kemalizm’in kutsalları arasına alınmalı. Çünkü Türkiye’de ilk şeker fabrikası, 26 Kasım 1926’da Uşak’ta açılır. Bu fabrika, rafine şeker üreten ilk fabrika olur. Daha sonra Uşak şeker fabrikası CHP tarafından devletleştirilir. Şu an Türkiye’de 6’sı nişasta bazlı olmak üzere, 8’i özel, 25’i kamuya ait toplam 39 şeker fabrikası vardır. Bu fabrikalarda, 2009 yılında toplam 418 bin ton nişasta bazlı ve 2.152 bin ton beyaz şeker üretilmiş...
Tüm şekerler GDO’lu
Sıkı durun… Sağlık Bakanlığı’nın verdiği son bilgiye göre; dünyanın en büyük şerri olan DDT, şeker pancarı tohumunda Türkiye’de halen yasal olarak kullanılıyor. Türk Şeker’in tarafıma 12.7.2010 tarihinde yazdığı resmi yazıda “2010 yılında kullanılan şeker pancarı tohumları -dünyanın en büyük 2. büyük GDO’cusu- Syngenta ile -yine hatırı sayılır GDO’cu Alman- KWS firmalarından alınmaktadır” deniliyor.
Aynı yazı şöyle devam ediyor: “Pancar ekiminde kullanılan tohumların tamamı, hibrit tohumlardır” Şimdi birileri, hibrit nasıl GDO’lu olur diye bir gazel okuyabilir. Bu soruyu, müteakip bir yazımda detaylandıracağım İnşaAllah. Yazının devamında “Şirketimizce pancar ekiminde kullanılmak üzere üreticilere verilen tohumların tamamı fabrikamızda işlenmekte, ilaçlanmakta ve paketlenmekte” deniliyor
Pancar tohumunda da tür içi modifikasyonun yanı sıra, hem üremek gibi bazı tabiî fonksiyonları ile zehirli tarım kimyasallarına bağımlı, ‘modifiye hibrit tohumlar’ kullanılmakta, hem de içilebilir su kaynaklarımız -diğer canlıların ve insanların içilebilir su kaynakları- bu şeker üretimleriyle heba edilmekte…
Şeker nasıl yapılır?
Günümüzde gösteriş tüketimi ve yiyecek köleliğinin bir parçası olan şeker, çok çeşitli bitkilerden elde edilmekte. Şeker, “üretimi sırasında pancardan çıkarılan tatlı özsuyu, önce kireçle sonra da karbonik asitle işlemden geçer ve içindeki değerli mineraller, bu işlem sırasında kaybolur.” (Mennan Aysan Kuzanlı, Nasıl Zehirleniyoruz, nasıl korunuruz?, s. 215, Dharma) Elde edildiğinde koyu kahverengi olan şeker, bugüne kadar odun kömürü ile beyazlatılıyordu. Bugün ise genellikle sentetik reçine ile beyazlatılıyor. Kahverengi olanları ise sonradan kakao veya farklı gıda boyaları ile boyanabiliyor.
Kapitalizmin şekeri
Bitkilerdeki tabiî hali hariç, beyaz şeker başta olmak üzere hiçbir şeker ve tatlandırıcı türlerin, zararları bir yana vitamin ve madensel tuzlar bakımından fakir olması nedeniyle, vücuda hiçbir faydası yoktur. Bir karbonhidrat olan şekerin enerjisi yüksektir ve yakılması zordur. Yakılamaması nedeniyle, vücutta yağa dönüştürülerek depolanır. Kapitalizm’in en önemli öğretilerinden -bir başka deyişle, savaştığı alanlardan- biri de ‘zaman’ kavramıdır. İster ki, tüm tabiî süreçleri atlayarak en kısa zamanda üretsin ve de bu ürün mümkünse sonsuza dek bozulmadan rafta durabilsin.
Hem tarlada, hem de fabrikada zararlı kimyasallara maruz kalan pancar –ve şeker elde edilen diğer bitkiler- ve şeker, bu kimyasalların tümünün şekerin içine işlemesi nedeniyle, insan vücuduna aktarılmış olur. Farklı farklı ürünlerle, aynı anda midelere giren kimyasallar, şekerle birleşip âdeta zehir bombacığına dönüşerek, çok sayıda hastalığa neden olur.
İnsan yaşamı için hiçbir önemi olmadığı halde artık rafine şeker; çay, kahve gibi içecekleri tatlandırmasının yanı sıra, endüstrinin en vazgeçilmez maddesi hâline getirilmiştir. Sağlıklı ve kaliteli bir yaşam için büyük tehlike arz eden rafine şeker; şekerleme ürünleri, reçel, unlu mamuller, çikolata ve bisküviler, kola, gazlı ve alkollü içecekler, meyve suları, helva, baklava, süt tatlıları, hazır çorbalar, çerezler, dondurma gibi pek çok üründe bol miktarda kullanılıyor. Günümüzde şekerin yanı sıra, çok sayıda üründe ‘diyet’ iddiasıyla, sunî tatlandırıcılar kullanılmaktadır. Rafine şekerden daha ucuz olan bu yapay tatlandırıcılar, hem daha tehlikeli hem de şekerin pabucunu dama atmak üzere.
Bu tatlı belâlardan aspartam, dünyada 6 binden fazla üründe, diğer tatlandırıcılar ise 4 binden fazla üründe kullanılarak, kapitalizmin bir başka zehri olarak karşımıza çıkıyor.
“Eskiden ‘tip 2 diyabet’ sadece erişkinleri etkilerken, artık çocuklarda bundan nasibini alıyor. 2000 yılından sonra doğan her üç Amerikalı çocuktan birinde, erken diyabet başlangıcı görülecek. Azınlıklarında ise bu oran ‘iki çocukta bir’ olacak. Modern endüstriyel tarım sisteminde, her şey daha hızlı, daha verimli, daha büyük ve daha ucuz olmalıdır. Bu devirde kimse e-koliyi, tip2 diyabeti ya da ekolojik sistemin sağlığını düşünmez.” (Gazeteci yazar Eric Schlosser ve Michael Pollan’ın birlikte hazırladıkları ve Robert Kenner’in yönettiği Food Inc./Gıda A.Ş. belgeseli)
Damarlarımızda dolaşan ‘asil’ kanda mevcutlar
Ticari isimlendirilmelerinin yanı sıra, tüketicinin aklını karıştırmak için sakaroz, früktoz, glikoz, sükraloz, aspartam, sakarin, asesulfam K, taumatin, neohesperidin DC, sorbitol, mannitol, izomalt, maltitol, laktitol, ksilitol, eritritol gibi adlarla sunulan şeker ve tatlandırıcıların hiçbirinden, üreticileri hariç hiçbir tüketiciye fayda yok. Diyet, şekersiz, sıfır şeker, zero ve sair gibi adlarla sunulan her şey, şeker veya tatlandırıcı türevlerinden birini mutlaka içerir.
Ölümünüz arpanızdan olacaksa, bunları tüketmeye devam edebilirsiniz. Yok, bedeninizin size emanet olduğunu düşünüyor ve bundan da hesaba çekileceğinize inanıyorsanız karar sizin!
Şeker ve türevlerinin neden olduğu 70’den fazla hastalığın adları, belgeleri ve alternatifleri ile kurtulma yollarını da yeni kitapta göreceksiniz.
Şekersiz tatlı bir hayat dileğiyle…
www.twitter.com/ozerkemal