Türkiye’de darbelerin sonu gelir mi? Ya da soruyu şöyle soralım; darbeyi sadece askerler mi yapar? Darbeler sadece askerlerin ürünü değilse başka kimler darbe yapabilir ve bu darbelerden hangisi daha tehlikeli?
12 Eylül sabahı uyandık ki sokaklarımızı askerler kaplamış. Okulların açılışı ertelendi diye sevindik. Birde baktık ki o askerler yüzünden ülkemiz geri kalmış. 26 Ekim 2009’a sabahı ise Türkiye yeni bir darbe ile karşılaştı. Bu darbenin mimarları ile askeri darbelerin mimarları arasında fark yoktu. Aynı merkezden gelen emirle yapılmışlardı. Fakat aralarında önemli bir fark vardı. Eski tür darbeler ülkeyi geri bırakır yenileri öldürüyor.
Genetiği değiştirilmiş ürünler yani GDO yönetmeliğinden söz ediyoruz. Bağışıklı sistemimize enjekte edilmiş bir virüsü gibi her on yılda bir nükseden darbe dönemlerinin kapanmasının ardından geldi bu öldürücü darbeydi bu.
GDO’cuların dışında hiçbir kuruluşla müşavere edilmeyen bu yönetmelik, Türkiye’yi adeta şoke etti. Hükümet adeta sağ gösterip sol vurmuştu. Herkes Bankalar Kurulu’nun gündeminde tuttuğu Ulusal Biyogüvenlik Yasa Tasarısı’nın TBMM’ye gelmesini beklerken bir sabah Türkiye, GDO yönetmeliği ile uyandı.
26 Ekim sabahına Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi’nin “Ankara köleliği resmileştirdi” başlıklı açıklaması sarstı Türkiye’yi. Sarsılmak için seçilen başlık bile tek başında yeterliydi. Şok adeta gün boyu atlatılamadı. Sağlık Bakanı’nın domuz gribi kehaneti kulaklarda yankılanırken ve art arda domuz gribinden öldüğü iddia edilen ölümler ve Başbakan’ın Sağlık Bakanı’nı grup toplantısında adeta azarlarcasına bir üslupla eleştirmesinin ardından aşı tartışmalarının da gribin de ateşi birden düştüğü görüldü.
Artık kimilerinin ilk kez duyduğu fakat uzun yıllardır tartışa durduğumuz nur topu gibi bir tartışma konumuz daha olmuştu. Sahi neydi bu GDO? Konuyu tam olarak ne uzmanlar ne siyasetçiler ne de halk biliyordu.
Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi’nin GDO yönetmeliğine iptal davası açacağız açıklamasıyla başlayan tartışmaya GDO karşıtı birçok sivil toplum örgütü ve medyanın yanı sıra Tarım Bakanı da katıldı.
Bakan, herkesin aksine GDO’yu yasakladıklarını iddia etti. Bunun üzerine GDO yandaşları ile iktidar yandaşlarının sesleri yükselmeye başladı. Biri ‘frankeştayn gıda lobisinin maskesi bir günde düştü’ başlıklı haberiyle tüm GDO karşıtlarının ABD’li GDO lobicilerinin desteklediğini iddia edecek kadar mesnetsiz atışlar yaptı sıkılmadan. Vakit yazarı Hasan Karakaya ise gazeteciler bilmediğini de bilir cinsinden yazdığı GDO yazısından GDO karşıtlarını “İsrail aşığı” yaptı çıktı bir bu eksikti cinsinden.
Peki, neydi sorun? GDO yönetmeliği insanları neden kamplara bölmüştü? Bu gerçekten ülkenin geleceğine saplanan bir hançer miydi yoksa bir can simidi mi? Hasan Karakaya nasıl olmuştu da GDO Yönetmeliği’ne karşı duranları “İsrail aşığı” yapıp çıkmıştı?
Bugün sorun Tarım Bakan’ın yönetmeliğin iddia edildiği gibi GDO’yu serbest bırakmak bir yana aksine yasakladığını iddia etmesiydi. Türkçe okumasının bilen herkesin gülüp geçtiği bu yaklaşıma bazı “yandaş”ların sahip çıkması normaldi. Çünkü Doğan Medyası bu işe karşı çıkıyordu o halde onlar karşıysa biz taraf olmalıyız dediler. Demek ki o taraftarsa biz karşıyız, o karşıysa biz taraftarız. Bu gerçek Türk medyasının objektiflere pek sık yansıyan fotoğrafıydı aslında.
Peki, bakan doğru söylüyor olabilir mi? Keşke bunu demek mümkün olabilseydi. Ama ne yazık ki değil. Çünkü bu yönetmelik öncesinde aynı Bakan defalarca Türkiye’ye kesinlikle GDO’lu ürün girmiyor derken bu yönetmeliği savunmak için geçmiş sözlerini göz ardı edip ‘geçmişte GDO’lu ürünler beyan edilmediği takdirde serbestte giriyordu bunu yasakladık’ şeklindeki beyanı, tenakusu gözler önüne seriyordu aslında.
GDO yönetmeliğinin 5/3. maddesi ile GDO’yu bebek mamalarında yasakladığı doğruydu doğru olmasına ama 5/6. madde ile yüzde 0,9’un altında GDO içeren ürünlerin GDO’suz sayması tümüyle bir aldatmacayla karşı karşıya kaldığımızın en açık göstergesiydi. Bu yetmezmiş gibi GDO’suz ürün üreten bir üreticinin ürünün GDO’suz olduğunu etiketine yazması 5/8 ile yasaklanmıştı. Kanuni bir dayanağı olmayan ve Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına aykırı olarak ihdas edilen ‘gece kondu GDO kurulu’na 11. madde ile uygun gördüğü GDO ürünlerin ithalatına izin yetkisi yasaklama olarak yorumlanarak adeta bir yandan dil katliamı yaşattı.
Mezkûr yönetmeliğin 11/a-b’si gümrüğe gelen bir üründe “GDO çeşidini belirten belge aranır” denilerek ne yapmak istediğini ya da eleştiriler karşısında takındığı tavırla bu cümlenin nasıl bir çelişki oluşturduğunu görmek şöyle dursun, GDO tespit edilen ürünlerin kamuoyuna açıklanması dahi yasaklanmıştı.
Evet, bebek mamalarında yasaklanmıştı yasaklanmasına lakin alıcı bir ülkenin GDO konusunda engelleyici bir düzenlemesi yok ise Türkiye GDO’lu ürün ihraç edebilmesini öngörüyordu yönetmelik. ‘Peki, GDO’lu ürünün üretim ve ithalatı yasaklanmakta ise Türkiye ihraç edeceği GDO’lu ürün nereden bulacak?’ sorusu tümüyle cevapsız bir soru olarak kalacaktı ve öylede oldu.
‘GDO’lu ürünün asla yemem’ diyen Tarım Bakanı, ‘GDO’suz bir ürünün etiketine GDO’suz olduğunun yazılması engellenirken, neden ürünlerimizde alkol ve türevleri domuz ve katkıları içermemektedir yazılıyor’ sorusuna verecek cevap bulamaması çok tartışıldı. Yangından mal kaçırırcasına demokratik ülkelerde görülmeyen ben yaptım oldu, yerseniz türünden bir dayatma içeren yönetmeliği tartışılma biçiminin bile ‘yandaş’ ve ‘karşıt’ düzeyine indirgenmesi toplumun da kafasını bir hayli karıştırdı. GDO’suz yazmak yasakta ‘hormonsuzdur yazmak neden serbest?’ sorusunun da cevapsız kaldığını ortada.
Tümüyle GDO’lu olan Kanola’ya 04/08/2009 tarih ve 13394 sayılı bilgi edinme cevabında “Ülkemizde ekimi yapılan kanola tohumları GDO'lu tohumlar değildir” diyen Bakanlık yetkililerinin bu kez Bakan tarafından ‘Kanola, Soya, Oamuk, Mısır GDO’ludur’ denilerek yalanlanması GDO yasaklandı mı yasaklanmadı mı sorusundan çok ‘bu ülke nereye sürükleniyor?’ sorusunun sorulmasını gerektirdi.
GDO’yu yasakladık diyen Tarım Bakanlığı’na bağlı TAGEM Genel Müdürlüğü geçtiğimiz aylarda verdiği bilgi edinme cevabında dünyanın en büyük GDO’lu tohum üreticisi Monsanto ile birlikte “Çukurova Tarımsal Araştırma Enstitüsü-Karataş-Adana ve Nazilli Pamuk Araştırma Enstitüsü'nün Nazilli merkezdeki arazilerinde” deneme ekimleri yaptıklarını açık açık kabul etmektesi bile bakanlığın GDO konusundaki resmi görüşünün yansıtılan olmadığını açıkta ortaya koyacak gülcü bir delildi. Aslında Türkiye’nin nereye sürüklendiği çok netti. Zaten Türkiye, sonu bilinmez bir maceranın içine zaten çekilmişti ve bunun yasal bir zemine çekilmesi gerekiyordu. Bu yönetmelikte bunu ifa etmek için hazırlanmıştı.
GDO’nun küresel bir silah olduğunu bu silaha sahip olanların insanları yönetebileceği, insanlığı tümüyle kontrol edebileceği, sağlıklarını bozmakla kalmayıp, düşünüp düşünmemelerine, üreyip ürememelerine, hatta yaşayıp yaşamamalarına bile karar verecek seviyeye doğru sürüklediğini gösteren bir silahtı üstelik. Dedi doku yazmaktan sövüp saymaktan GDO belasıyla mücadele edenleri bugüne kadar göremeyen kimselerin; “GDO’la ilgili bugüne kadar hiç kimse sesini çıkarmıyordu” şeklindeki cümlelerinin anlamı olabilir mi?
Bunun anlamını elbette basın köşe taşlarından daha ferasetli davranabilen toplum tarafından verilecektir.
Toplumun yükselen endişe ve artarak devam edecek tepkisi, kuşkusuz siyasi iradenin tıpkı domuz gribindeki geri adımı gibi GDO konusunda da geri adım attıracağı ortada. Çıkar odakları ve endüstrinin GDO’lu ürünlerden vazgeçmesi kolay olmadığına göre tüketiciye daha büyük görev düştüğü ortada. Bugüne kadar yasal bir düzenlemesi olmaması nedeniyle zaten hukuken yasak olan ve bu nedenle tüm sorumluluk ürünün GDO’lu olduğunu beyan etmeden üreten, ithal eden ve satan şirketlerde iken bugün, artık tüm sorumluluk GDO’nun tüm olumsuzluklarını bildiği farz edilen tüketicinin sorumluluğunu bir kenara not etme vakti.
Bu nedenle tüketicinin yeni bir model geliştirmesi gerekiyor. O model, bir başka inceleme de üzerinde ayrıntılı bir şekilde duracağımız arzı tüketmekten vazgeçip talebini tüketmeye yönelmesindedir. Talebin oluşturulması için tüketim tercihlerimizi gözden geçirmemiz şart.
Mesela kanola, mısır, soya ve pamuk ürünleri yüzde yüz GDO’lu ise bu ürünlerin ülkemizde de her şekliyle tüketilmekte ise ve özellikle yağları her mutfakta hatta her ticari üründe yer almakta ise tüketicinin bu yağdan uzaklaşarak, yüzde yüz GDO’suz olan Sızma Zeytinyağı’na yönelmesi gerecek. Kim bilir bu sayede katı yağı takıntısı olan ve dünyanın en nadide yağı Sızma Zeytinyağı sendromunda kurtulmuş olacak hanımlarımız. Market raflarındaki rengârenk gıda ürünlerinin neredeyse yüzde 80-90’nında ‘soya lesitini’ varsa ve soya tümüyle GDO’lu ise bu ürünlerden uzak durarak kendi talebimizi sunabiliriz. Arzcılar ister istemez arzdan kaçınacak zorunda kalacaklardır.
GDO’ya Diyanet ve İKÖ’de onay vermediğine göre, helâl tüketim endişesi taşıyanların GDO’ya karşı mücadele yapması ve bu mücadeleyi yürüten örgütlere destek olmaları da onlar için bir vecibeye dönüşmekte. Bırakınız helâl tüketim çabasını, insanoğlunun fıtratı değiştirme ve haddi aşma girişimi olan GDO’nun, tümüyle hem Türkiye’de hem de dünyada yasaklanması için herkesin kaçınamayacağı sorumlulukları var!