Seyyid Kutup’un kalemi ve Cemal Abdunnasır’ın kırbacı Arap bünyesinde büyük bir çatlak bırakmıştır. Şöyle ki: birisi mutlak yetkisine ve sorgulama kabul etmeyen ilahi liderliğine, diğeri de diyaloga ve gözden geçirmeye mecal bırakmaksızın fikir surlarına sığınmıştır. Çünkü Mısır, Arap dünyasının anasıdır. Hastalık kalpten cesedin diğer azalarına yayılır. Müslümanlarla laikler arasındaki varlık mücadelesinde, çoğu zaman aynı dünyevi gayelere koştukları halde, bunu farklı dillerde ifade ediyorlar.
Arap devletlerindeki zulüm bazen dine, bazen de laikliğe sığınıyor. Bazı Arap kralları, -Şura Suresi’ni unutmak suretiyle- anayasalarının Kur’an’ı Kerim olduğunu, metotlarının da, Kayserlerin ve Kisraların tahtlarının selefiler tarafından yıkılmasını istisna ederek, yollarının selef yolu olduğunu iddia ediyorlar. Böylece din, millileştiriliyor ve devlete hizmetçi haline dönüyor. O kadarki siyasi fetvalar maskara ve alay konusuna dönüşüyor ve davalar da cılızlaşıyor.
Bazı devrimci Arap cumhuriyetlerinde, dine ve mütedeyyin insanlara sekülerleşme ve modernleşme adı altında zulüm yapıldı. Sonra ortaya ne modern görüş, ne de metodolojik vizyon çıktı. Ortaya çıkan tek şey, milliyetçi ve ulusal devrim elbisesine bürünen mahza zulüm. Devrimci iflasa delalet olarak, kaddafi’ye ait tankların Libya’nın Zaviye şehrindeki “Ömer muhtar” ve “Cemal Abdunnasır” adını taşıyan iki sokağa girmeleri örnek olarak gösterilebilir.
Ya da Ali Abdullah Salih’in keskin nişancıları, “Sana” Değişim ‘Tağyir’ Meydan’ındaki Adalet ve Hürriyet (Özgürlük) sokaklarından girmek suretiyle silahsız yemen gençlerini biçtiğini görüyoruz.
Şu kadar var ki şanlı Arap devrimleri, din elbisesine bürünmüş zülüm maskelerini soyduğu gibi, laiklik elbisesine bürünmüş zulüm maskelerini de soydu attı. Devrimler, gürleyen çoğunlu ile Arap ideolojilerinin arasında, vehimsel ve zihinsel farkları süpürmeye başladı. Artık kavgayı, özgürlük ve adalet isteyen halklarla, dolandırmakla, adaletsizlikle otoriter azınlığın arasındaki çekişme olarak analiz etmek suretiyle doğru yerine koyuyor.
Müslümanlar ve laikler kendilerini, dini kurumlardan veya devlet güçlerinden her hangi bir engel ile karşılaşmaksızın yüz yüze buldular. Şeriatın uygulanması, İslam devleti ve laiklik gibi kavramlar, açık, ciddi, diyalogdan henüz nasibini almamış bu temel kavramlar çerçevesinde, dostane diyalog idaresi ile bugünden itibaren ele alınacak.
İki sene önce Arapların önde gelen iki kültürlü şahsiyeti (Hasan Hanefi ve Muhammed Abid el-Cabiri) bu konular hakkında kesik kesik akademik diyaloga başladılar.
İfade bağlamında paradokslara değinmensek ikisi de birbirine benzer neticeye vardılar. Hasan Hanefi şöyle diyor: “İslam dini zaten cevherde laik bir dindir. Bundan sonrada batı kültürüne oturtulmuş ek bir laikliğe gerek yoktur”. (Batının ve Doğunun Diyalogu s.38) Bu görüşe katılarak el-Cabiri başka bir lafızla “dinin devletten ayrılması manasındaki laiklik, İslamiyet’te mevzu bahis değildir. Zaten İslam dininde kilisede yoktur.” (aynı kitap s.44).
Biraz genel olan ıstılahı kışkırtan bir tabir olsa bile, bu iki düşünürün ulaştıkları şey, tefekküre şayan. Vatandaşlar arasında dini ve siyasi eşitlik, şeriatta kanun ve mahlûkat arasındaki fark, demokratik ülkede İslam hukukunun yeri gibi meselelerin detaylarına ve ameli sorunlarına pek girmiyor.
Yeniden tarih sahnesine göç eden bu kilometre taşlarının, milletimizde, canlı toplumsal güçler arasında, tarihi faydaya götürmesini temenni ediyoruz. Bizim şu andaki geçiş sürecinde, geleceğe yönelik açık fikirlere acil ihtiyacımız var.
Miras aldığımız siyasi fıkhımız sefil durumda. Vatandaşlar arasında eşitlik, genel özgürlükler ve siyasi meşruiyet konularında da çatısı nerdeyse yıkık durumda. Adalete ve şuranın hükmüne doğru ilerleyen davamızda bir adım dahi atamayacağız. Biz “kadınların imam seçmede ve antlaşma yapmada her hangi bir hakkı yoktur… İmam seçme hususunda hayal sahibi ve ulema’dan sayılmayan avam halkın bir alakası yoktur, gayri Müslimlerin imam seçme hususunda her hangi bir müdahaleleri olamaz” diyen bir fakih’ten medet umuyoruz. (İmam el-Cuveyni: Giyasu’l Umem /Ümmetlerin Yağmuru- 1\49). Ya da başka bir fakih’ten ki şöyle diyor: “Bir kişi veya iki kişi ile hilafet gerçekleştirilir ve tamamlanır. Kim daha sonra ona biat ederse de o kişi onun ayrılmazıdır ve şer’an uymaya mecburdur. (İbni Arabî: el-Avasım s.148).
Yine başka bir fakihimiz şöyle diyor “Ehli kitap, Müslüman geçtiği zaman saygıdan dolayı durması gerekir. Alınlarına Müslümanlardan ayrılsınlar diye işaret konur. Evleri Müslümanların evlerinden yüksek olamaz. Sarık takamazlar, çünkü sarık Arapların tacıdır, diğer milletlere karşı izzetidir.” (İbn-i Kayyim: Ahkam Ehli’z Zimme / Gayri Müslimlerin Hükümleri s.1267\3). Eğer bu görüşe de dayanırsak, özgür halk arasında eşitlik devletini kuramayacağız.
Bugün hâlâ bazı Arap devletleri Müslüman olmayan vatandaşlarına, ibadet yapacak yerler yapmayı yasaklıyor. Ya da şeriat rüknüne dayanmayıp bilakis siyasi fıkhımızın mirasına istinaden gayri Müslimlere siyasi vazifeler vermiyorlar.
“Şüphe yok ki Şeriat adaletin, rahmetin, maslahatın ve hikmetin ta kendisidir.”(İbnu’l kayyim: İ’lamu’l Muvakkiin - 3\3). Ama miras aldığımız siyasi fıkhımız, beşeri kazanımdır, nazil olmuş bir vahiy değildir. Şeriat gibi tamamı rahmet, maslahat, hikmet ve adalet değildir. Fakihlerin vahyi anlarken öncelikle İslam’a intikal etmiş kültürel ve toplumsal birikimlerle sonra da temellerini Sıffin Savaşı’nda bulan ezici siyasi gerçekle etkileşimlerinin özetidir.
Bazen bu fıkıh başarılı oldu, bazende şanlı İslami prensipler makamına yükselme hususunda kaybetti. Ve geçmişte de gördüğümüz gibi garip sonuçlarla ortaya çıktı.
Siyasi fıkhımızda, asrın ruhunu ve İslami ilkeleri göz önünde bulundurarak bir devrim yapılması kaçınılmazdır. Bu fıkıh devriminde ilk ihtiyaç duyduğumuz şey, bugün, ırk ya da inanç kaideleri üzerine tesis edilmiş eski imparatorluklarla, coğrafya üzerine kurulmuş muasır devletlerin özündeki farkı idrak etmektir.
Modern devletler için toplumsal anlaşma, ortak taşınmaz mülk antlaşması gibidir. Vatandaşlar bu mülkü alma hususunda eşit haklara sahip oldukları gibi onarımı ve müdafaasında da aynı haklara sahiptirler. Bu yeni toplumsal antlaşma, bedeli ne olursa olsun, istisnasız, siyasi hukukta ve din özgürlüklerinde Müslümanlarla Müslüman olmayan kişiler arasında eşitliği gerektirir.
Kadim bazı siyasi fakihlerimiz, kendi asırlarına nispetle geniş davrandılar, gayri Müslimlerin yarı yetkiyle kamu alanında Müdür olabileceğini ileri sürdüler ancak bakanlıklarda tam yetkili olmalarını yasakladılar. (Maverdi: Ahkâmu’s Sultaniye s.30). Diğer taraftan İbnu’l Kayyim, garip bir şekilde sert bir tavır takınarak –selefi akıl gibi ameli konuları itikadi çerçevede ele almak sureti ile şöyle diyor. “Mademki vekillik veliliğin kardeşi, o zaman vekillik velilikten bir parçadır. Allah u Teâlâ şöyle hükmetti. Kim onları dost edinirse onlardandır. İmanda ancak onlardan arınmakla tamamlanır.”
“Velayet (Dostluk) beraatı nakzediyor, beraatla velayet birbirine zıttır. Velayet şereflendirmektir, bu yüzdende şereflendirme ile küfrün aşağılığı asla bir araya gelemez. Velayet bağlamına kâfir asla dâhil edilemez.” (Ahkâmu Ehli’z Zimme - 1\499).
Bugün, toplumsal anlaşmanın tabiatını, aslından değiştirmek için tartışmanın bir manası yok. Ortak inançlar üzerine bina edilmiş gayrimenkul anlaşmalarda bunlardandır. Bugün inanç esası üzerine vatandaşlar arasında hangi ayrımcılık devletin yaptığı anlaşma ve sözün temellerini delecek.
Eğer biz kendi asırlarında insanlık için siyasi ve fikri gelişme zaafı ile, geçmiş fakihleri maruz görüyorsak, imparatorlukların ortaklık üzerine kurulmalarından hareketle, bu hususta Müslüman siyasi fakih’in onları taklit etmesinde ve çoğunluğu Müslüman olan bir ülkenin Müslüman bir devlet olması hususunda da ısrar etmesinde de maruz görmemeliyiz.
Somutlaşmış İslami değerlerin sistemi, toplum hareketinin düzenlediği kanunlarda anlayışlı Müslüman fakihi ilgilendirir. Çünkü modern devlette kanunlar ve değerler sistemi yürütme organının elinde değil bilakis parlemaneto milletvekilleri, yüksek mahkeme kadıları ve anayasa mahkemelerinin elindedir.
Toplumun istediğinin dışında, devlet vasi olmayıp bilakis toplumun, kendisinin kanunlara ve değerlere vasi olması ilgi çeken konulardan bir tanesidir. İslam’da devlet dine ya da topluma vasi değildir. Şu kadar var ki devlet toplumun elinde, topluma hizmet eden, hayatta razı olduğu metodu ve değerleri koruyan bir araçtır.
Biz devleti, toplumu sofuluğa zorlayan, dinin bekçisi olarak gören siyasi mirasımızı tımar etmeye ihtiyacımız var. Zaten bu anlayışta zalimleri kayırmak ve mazlumlara zulüm etmek gibi hileli bir şekilde insanları dindarlaştırmak ile sonuçlanır.
İslam şeriat’ı sadece kanunlardan ibaret olmayıp çok daha geniştir. Çünkü iki tarafı kapsıyor. Bunu da iyi anlamak lazım: Allah’ın hukuku ki bunda kişinin vicdanından başka hiç kimsenin tasallutu yoktur. Kulların hakkı ki bu da tatbik edilmesi için bir devlet başkanına ihtiyaç duyar.
Şeriat’ın ahlâk tarafı kanun tarafından daha geniştir ve devletin ahlâk hususunda karışması nadirattandır. İnsanlar arasındaki hukuk konuları ile sınırlıdır. Bundan dolayı İslam’ın zikrettiği günahların çokluğunda şaşılacak bir şey yoktur, ancak el parmaklarını geçmeyecek kadar az sayı için dünyevi cezalar şekillendirilmiştir. Her günah devletin karışmasını gerektiren ceza manasında değildir. Ancak başkalarının hakkını ihlal ederse suç sayılır.
İslam şeriatında kanunları ve ahlâkları birbirine karıştırmak bugün ki siyasi fıkhımızda metot karıştırma türünün en kötüsüdür. Ezici güce sahip despot otoriteye siyasi meşruiyetin yerine, halkı ve benimsenen ahlâkı savunan bir görünümünde ve baskıcı araçları üzerinden insanların hayatını ilgilendiren küçük büyük her şeye karışma şeklinde tezahür etme olanağı sağlamıştır.
Bu müdahalenin en kötüsü ise dindarlığın sahteleştirilmesi, ahlâk vicdanının harap edilmesi ve insanların kalplerine nifak tohumları ekmektir. Böylece Allah’a ibadetten vazgeçip korku ile ya da isteyerek kullara ibadet edilir. Bunun yanı sıra özgürlükler kısıtlanır ve insanların şerefleri heba edilir.
Son olarak laikler şunu bilmeli ki –ister Müslüman vatandaş olsun ister gayri-müslim vatandaş olsun- İslam hukuku (şeriatı), Müslüman toplumlar için çok önemli ve zenginliktir. kendilerinde daha önemlidir. Çünkü o inancının, tarihinin ve kendisinin bizzat bir parçasıdır. Yasama (Teşri) tarihimizi Avrupa yasama tarihine kıyas yapmak çok büyük bir hatadır.
Hıristiyanlık dini toplum hükümleri için kanun getirmedi. Avrupa toplumları Hıristiyanlık öncesinden günümüze kadar Romanya kanunlarına mahkûm oldu. Arap toplumlarında ise modern sömürü ortaya çıkana kadar bin iki yüz seneden daha çok bir müddet İslami kanunlar hükmetti.
İslam; bu toplumlarda kahreden bir despot tasallut olmadığı müddetçe kanunlar için kaynak olmaya devam edecektir. Çünkü bu, halkın iradesi ve onun özgür seçiminin sonucudur. Laikler için evla olan kanunların kaynağına odaklanmaktan çok, kanunlar önünde eşitliğe ve kanunların hükümlerine odaklanmalarıdır.
Miras aldığımız siyasi fıkhımızın reformu, özgürlük kapılarının herkes için sonuna kadar açık olması, vatandaşlar arasında siyasi ve dini eşitliği sağlamak ve kanunların hâkimlere ve mahkûmlara eşit derecede olması, uygun bir zemindir ki (Arap devrimleri buna o zemini hazırlamıştır) Arap ve Müslüman laikler bu ortak zeminde bir araya gelebilirler.
Umulur ki Cemal Abdunnasır’ın kırbacı ile Seyyid Kutub’un kalemini üreten Mısır, şanlı devriminden sonra, ümmeti bu yarayı kapatmaya doğru sürükler ve halkının ortak noktalarıyla iyi bir diyaloga getirir. Ve insani onur ilkeleri ile İslam’ın ruhuna uygun siyasi sistemi alır ve dinlerini hesaba katmaksızın vatandaşlar arasında tam bir eşitlik sağlar. Böylece ümmet yarım asırdan beri kendini ikiye ayırmış bölünmüşlüğünden kurtulur.
Şankıti'nin konuyla ilgili röportajını okumak için tıklayın:
İslamcılar bu röportajı çok tartışacak…