Filozof İbni Sina diyordu ki, ″Allah’ım senden geniş bir ömür diliyorum″ yani başarılarla dolu bir hayat. Denilebilir ki, bu dua, Filozof Şair Muhammed İkbal’in hayatında gerçekleşti. İkbal, 1877 senesinde, Hindistan’ın Pencap eyaletine bağlı ″Siyalkot″ şehrinde, geç zamanlarda Müslüman olmuş soylu bir Brahman ailesinde doğdu. Babası çok dindar bir tasavvufçuydu. İkbal, bir İngiliz okulunda eğitime başladı, sonra Pencap’ın başkenti Lahor’da bir devlet üniversitesinde okudu. İngilizce ve Arapça dillerini çok iyi öğrendi. Felsefede lisans ve yüksek lisans diplomasını elde etti. Lahor’da, Doğu Dilleri Fakültesinde, Tarih ve Siyaset Felsefesi alanlarında öğretim üyeliğini yaptı, Hindistan’da edebi ve fikri hayatı sarsan şiirlerinin ilklerini yayınlamaya başladı. 1905 yılında Avrupa’ya gidip, İngiltere’nin Cambridge ve Almanya’nın Münih üniversitelerinde ilmi eğitimine devam etti, Savcılık diplomasını aldı, Felsefe dalında Doktora yaptı ve 1908 yılında, kısa zamanda elde ettiği geniş ilmi bilgilerle, Hindistan’a geri döndü.
İkbal, Hindistan’a döndükten sonra avukat olarak çalıştı, ancak felsefe, şiir ve siyasete verdiği ihtimam, onu avukatlıktan alıkoydu. İngiliz sömürgesinin bittiği ve Hindistan geleceğini kararlaştırma belirtileri ufukta belirdikten sonra, Hindistan’da İslami varlığı korumaya çalışan birçok teşkilat ve örgüte katıldı. Hindistan kıtasında Müslümanların varlığını ve kimliğini koruyacak, İslam miras ve kültürünün yok olmasını engelleyecek, bir devlet tesis etme fikrini ilk defa İkbal ortaya attı ve bu fikri pratik bir programa çeviren, başarılı siyasetçi Muhammed Ali Cenah’ı, aralarında oluşan yazışmalar aracılığıyla, ikna etti. İlim ve çalışmayla dolu uzun bir ömürden sonra İkbal, 21 Nisan sabahı 1938’de bu dünyadan irtihal etti ve Hindistan kıtasında Müslüman bir devlet kurma fikri, ölümünden kısa bir süre sonra, Pakistan devletinin miladı olarak boyut kazandı.
Fikirlerden ve şiirlerden bir deniz
İkbal, kendinden sonra, şiir divanlarını, nesir kitaplarını dolduran, fikirlerden ve bedii hatıralardan bir derya bıraktı. Yaklaşık on iki bin beyt şiir ihtiva eden dokuz şiir divanı yazdı, bunlardan yaklaşık yedi bin beyti Farsça ve beş bin beyti Urducadır. ″Cebrail Kanadı″, ″Doğu Mektubu″, ″Yaralı Darbesi″, ″Hicaz Hediyesi″ ve ″Sırlar ve İşaretler″ divanlarından bazılarıdır. Aynı zamanda Doğu ve Batı felsefelerinde deneyimli olduğunu gösteren birçok nesir kitap yazdı. Bu kitapların en mühimleri: ″İslami Düşüncenin Yeniden İnşası″, ″İran’da Metafizik Fikrin Gelişmesi″ The Development of Metaphysics in Persia’dır. Bütün şiir divanları ve - en az - bir kitabı ″İslami Düşüncenin Yeniden İnşası″ Arapçaya çevrildi. Denilebilir ki, şiirlerinin en iyi çevirileri, 1950’lerde Pakistan’da Mısır Konsolosu olan, Edebiyatçı Abdulvehhab Azzam ve gözleri görmeyen El Ezher Şeyhi, Es-Savi Şa’lâ’nın çevirileridir. Sonra Suriyeli Edebiyatçı, Züheyr Zaza’nın, ″Cebrail Kanadı″ divanının nesir çevirisinden oluşturduğu harika şiirleridir. Bu makalede varit olan şiirlerin çoğunu o şiirlerden iktibas edeceğiz.
Hindistan hüviyetli Hicaz aşığı
Bir Hindu yazar İkbal ile alay ederek diyor ki: ″Ganj Nehri kenarında susamış, Arap çölünde su arıyor.″ Oysa mağrur yazar bilmiyor ki, İkbal’in düşüncesinde, bütün insaniyetin içip saf İslam suyuna doyduğu kaynak Arap çölüdür. Aynı zamanda o çöl İkbal’in fikrinde erkekliğin, yiğitliğin ve âlicenaplığın remzi, işaretidir ve İkbal’in seslendiği ″öz güven″ felsefesinin faziletlerini tabir eder. İkbal’in sahralarıyla gurur duyduğu, kibriyasıyla övündüğü ″Şahin″ kasidesindeki şu sözlerine kulak ver:
Ben çöl çocuğuyum züht dinimdir
İkisi seciyemde kanımda yer edinmiştir
Ben gülü nesimi, akşamları
Bülbülün korkusundakileri bilmem
Güzel bahçeler kışkırtıcıdır ancak
Açık havada yetişeni etkilemez
Açlıktan dolayı şaki olursam ve bir güvercin
Gurumu incitirse şerefin nerede kalır.
İkbal, Hindu kültürü içerisinde yetişti, Batı kültürünü derinlemesine bilen Müslümanların az olduğu bir dönemde, o bu kültürü ana kaynağından öğrendi. Bu, onun nazarında İslam’ın güzelliğini, hiçbir mesajın İslam mesajıyla boy ölçüşemeyeceğine dair inancını ve hiçbir modelin İslam modeline yetişemeyeceğine olan imanını daha da pekiştirdi ve buna yönelik diyor ki:
Bu milletlerin gürültüsü içerisinde
Tek nağme Müslüman’ın ezanıdır.
İngiltere’de öğrenci, Almanya’da araştırmacı ve İtalya’da mütefekkir iken dahi İkbal’in kalbinde hep Hicaz’ın dağları ve sahraları vardı. Doğu ve Batı ülkelerinde, Hicaz topraklarında yaşadığı, aklını büyüleyen, kalbini etkileyen o duyguları bulamadı. İkbal gerçek sevgi adamıydı, İslam’ı ve İslam’a mensup her şeyi sevdi, İslam tarihi ve kültürüyle olan irtibatlarından dolayı Arapları sevdi. Ancak sevgisi, Peygamber (s.a.s) yurdu ve vahyin iniş yeri olan Hicaza daha belirgin görüldü. Kendisi Hindistanlıydı fakat Hicaz aşığıydı ve buna dair şu satırlarında diyor ki:
Benim sevgim yabancıdır ancak
Ben Harem-i Şerife dil saldım
Kaç yalvaranın üstündeki ihram elbisesini
Terennümlerimle yırtıp parçaladım
Başka bir şiirinde de diyor ki:
Duydukları gitarımın sesi yabancıdır
Ancak bestelerim Hicazidir.
İkbal’in bu hayattaki temennisi, Harem-i Şerif meşalelerinden bir meşale olmaktı ve bunu şöyle dile getiriyor:
Kalbinin derinliğine in ve sor
Yaşlıdan halini sorma
Allah’ın Haremi ehlinden boşalmış
Sen alev sütunları ol.
İkbal, 21 Nisan 1938’de fena âleminden beka âlemine intikal ederken, Hicaza duyduğu sevgiyi de beraberinde götürdü, son nefesinde dahi şu iki şiir mısrasını tekrarlıyordu:
Geçen nağmelerim geri gelir mi?
Hicazdan bir nesim geri döner mi?
Hayatım irtihale yaklaşmaya başladı
Acaba sırlar ilminin yeni bir kalbi var mıdır?
Allah’a kulluk izzeti
İkbal’in hayat felsefesini, hayata bakış açısını şu üç kelimeyle özetlemek mümkündür: ″Allah’a kulluk izzeti″ İkbal bu fikrini bazen şu terimle ifade ederdi ″Krallar zühdü″ ″Güçlünün zühdü″. Allah’a kulluk izzeti felsefi iki parçadan oluşuyordu, İkbal, birinci kısma nefy-i zat, ikinci kısma isbat-ı zat diyordu. Neyf-i zattan, yaratana karşı mutlak tevazu ve boyun eğme, isbat-ı zattan ise, mahlûk ile olan irtibatta özgüven ve nefis izzetini kastediyordu. İkbal’a göre izzet, başkalarına karşı büyüklük, sadece kendine güven gibi saf bir fikirden ibaret değildi, belki yaratan ve yaratılan ile olan irtibattan mürekkep bir mefhumdu. Müslümanlar arasında izzetli kişiliklerin az olduğu bir vakitte İkbal, bütün hayatı boyunca diniyle gurur duyan Müslüman’a örnek oldu. Bu ise, İkbal’in Allah’a kulluk dışındaki her şeyi, zillet ve aşağılama olarak gördüğünden geliyordu ve bunu şöyle dile getiriyor:
Geçti İkbal önemsiz olarak
Fikir yollarını geçti
Sevgi yolu geldiğinde
Kalp meyledip geçti.
Sırlar ve gerçekler deposu itibariyle kalp ve bunların dış sathına delil itibariyle akıl arasında yaptığı bedii karşılaştırmada, İkbal diyor ki: Bu günün Müslüman’ının ihtiyaç duyduğu şey, ″görme hastalığından″ kurtaran ″basiret ilacıdır″. Allah ve Peygamber sevgisiyle dolu kalp, hidayet masdarı ve rüşt membaıdır.
Basiret devası, işte bu ilaç senin
Görme hastalığını keşfetme ümidindir
Akıl sadece ilimler cedeli
Zanlar savaşı ve göz atmadır
Kaderin duraklamadan daha yücedir
Bunun ilk manası yolculuk tadıdır
İncilerin sırrı ebedi parıltıdır
Yoksa onunda madeni taştır
Damarlardaki kanın faydası ne
Eğer fikir ateşini söndürüyorsa..
İkbal’a göre, kalp ve sevgi dilinin, insanın alçak kaprislerine boyun eğmesiyle bir alakası yoktur. Belki sevgi kerametle birliktedir, izzetin eşanlamlısıdır. İbrahim Halil (a.s) putları kırarken somutlaştırdığı o izzet.
Özgür insanın ödülü içki değildir
Kadınlar ve çadırlar da değildir
Uçamayan tuzağa düşer
Ve bulutlar üzerinde takla atamayan
O sevgi ki yaranı unutturur
Sırrını, etkileri ele verir
Sevgi nedir eğer izzetle ölmezsen?
Hayat nedir eğer çoğu kusurdan ibaretse?
Çeviri: Burhan Genç