Moritanyalı diplomat ve akademisyen Mohamed Mahmoud Ould Mohamedou (Muhammed Mahmud Veled Muhammedo)’nun “Contre-Croisade: Origines et Consequences du 11 Septembre” (Kontra-Haçlı Seferi: 11 Eylül’ün Sonuçlarının Kökeni) kitabı geçtiğimiz haftalarda Arapça’ya çevrildi.
Bu kitap, 11 Eylül olayları hakkında bugüne değin neşredilmiş en değerli kitaplardan biridir. Kitapta, olaylar stratejik ve kültürel açıdan çok geniş bir şekilde irdeleniyor.
Kitap dört anlatım ve üç analiz bölümünden oluşmaktadır. Bunun yanında, en önemli olaylara ve bağlantılı oldukları önemli kişilere de yer verilmiştir. Yazar, kitabın yazılmasındaki amacını kitabın girişinde belirlemektedir: “Saldırılar hakkında kaynaklık edecek şekilde bolca bilgi sunmak, neden ve sonuçları üzerine düşünme vasıtası olmak, anlamını ve doğurduğu sonuçları anlamak.” (s.8)
Yazarın olayı anlatımında ve sorgulamada başarılı olduğunu düşünüyorum. Güzel bir anlatımın yanı sıra verdiği zengin bilgiler ve olaylar arasında mantıkî bağlantılar kurması ile bu konuda dilden dile dolaşan hurafelere son vermektedir.
Ancak yazarın 11 Eylül saldırılarına yaptığı analiz ve verdiği bilgilerle elde ettiği başarı diğerlerine nazaran daha büyüktür. Önemli olan da zaten budur. Özellikle batılıların diliyle yazılmış bir kitap için bu çok önemlidir. Yazar, batılıların olay hakkında suskunluklarına karşı çıkıyor ve batıda yaşayan düşünür ve yazarların aksine az örneğine rastlayabileceğimiz, cesurca düşüncelerini açıklamaktan çekinmiyor. Son olarak kanlı saldırıların arkasındaki acı zulmün bardağı taşıran siyasi etkenlerini ortaya koyuyor.
Kitabın yazarı düşünür ve strateji uzmanı Moritanya eski Dışişleri Bakanı Muhammed Mahmud Veled Muhammedo’dur. Şu an Cenevre’deki “Uluslararası Araştırmalar ve Kalkınma Çalışmaları Enstitüsünde” misafir Prof. olarak çalışmalarına devam etmekte ve aynı şehirde bulunan “Güvenlik Araştırmaları Enstitüsünde” araştırmalarını sürdürmektedir.
1996 ve 1997 yıllarında Harvard üniversitesi “Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsünde” ve New York’ta bulunan Birleşmiş milletlere bağlı “Ralph Bunche Enstitüsünde” çalışan yazar, güvenlik ve strateji araştırmaları konularında sayılı kişiler arasında yer almaktadır. El-Kaide ve benzeri örgütler üzerine uzmanlığıyla da tanınıyor.
Bu kitaptan önce yazarın İngilizce olarak iki kitabı yayımlandı: İlki, “Understanding Al Qaeda: The Transformation of War / El-Kaideyi Anlamak: Savaşın Dönüşümü” adlı kitabı (London 2007) ve İkincisi ise, “Iraq and the Second Gulf War: State-Building and Regime Security / Irak ve İkinci Körfez Savaşı: Devlet-inşası ve Rejim Güvenliği ” (San Francisco 1988). Bu kitap da, New York’ta yaşayan Moritanyalı araştırmacı Ahmet Salih Ehmeyyid tarafından Fransızcadan düzgün bir dille Arapçaya çevrildi.
BAHANE STRATEJİLERİ
Yazar, batılı siyasi aktörlerin ve özelde Amerikalıların 11 Eylül saldırılarını açıklarken izledikleri yöntemle olayın arkasındaki nedenleri hep görmezlikten geldiklerini ve yazarın tabiri ile “Bahane Stratejileri” izlediklerini söyler. Bu nedenlerin sürekli olarak cevap bulunması gereken sorular olarak Amerika Birleşik Devletlerinde yerini koruduğu açıklıyor. Batıda bu nedenleri sormak, tartışmak kasti olarak tartışma masasının dışında tutulmakta ve batıda toplum olarak reddetmeye ve uzak durmaya götürmektedir.
Böylece saldırıların nedenlerini sormak ve onları önemsemek, kültürel alanda tasnif edilenlere karşı bazı şüphelerin oluşmasına neden oldu. (s.6) Bu şüphelerin oluşmasındaki neden de batılıların, neden teröristler oldular sorusu yerine onları öldürmeyi tercih etmesinden kaynaklanıyor. Onlar, kötülüğün köküne ulaşırız diye terörizmi derinlemesine araştırmıyorlar. (192)
Ancak yazar, batılıları sarıp sarmış olan tüm bu psikolojik ve düşünsel engellere aldırmadan bu olayı derinlemesine araştırmaya karar vermiş. Kötülüğün kökünü, tabiri caizse lafı gevelemeden açık bir dille anlatacak. Adaletsizlik ve zulümde ısrar eden yerleşmiş kökler. Batılılarda alışılmış sözlük anlamıyla, genel değerlerine ve düşüncelerine bağlı kalmaksızın o saldırılara açıklık getiriyor.(s.10) O çok zor olan hakikatten yola başlamıştır. O da 11 Eylül kanlı saldırıları nedeni birinci derecede zulme uğrama hissi, adil ve insaflı bir ilişkiye susuz kalmak, öç alma arzu ve duygusuna dayanmaktadır. (s.6-7) Bu saldırılar Amerika’nın zalim ve haksız uygulama ve tavırlarına karşı geliştirilmiş bir ters tepki olarak verildiğini açıklar. (s.10)
Yazarı iddiasında haklı çıkartan şey ise, 11 Eylül saldırıların arkasında olan ve destekleyenlerin gariban ve hoşgörüden yoksun kişiler olmamaları aksine iyi eğitim almış burjuvazi sınıfına mensup insanlar tarafından gerçekleştirilmiş olmasıdır. (s.149) Yazar, bu konuya kitabın içinde defalarca değiniyor ve Amerikalıların kabullenmek istemedikleri şeyi açıklığa kavuşturuyor. Çünkü itirafları dünya çapında yaptıkları zulmü itiraf etmektir. Bu saldırıların yapılması izzeti nefis ve öç alma hissiyle yapıldığıdır. Aksi takdir, adaleti sağlamak için milyar dolarlık Suudi Arabistanlı birinin paşalar gibi yaşam tarzına yüz çevirip etrafı tehlikelerle dolu ağır şartlar altında yaşamayı göze almaları düşünülemez. Buna kalkışanlar ancak izzeti nefis ve şeref bakımından çok yücelerde olan insanlar tarafından yapılabilir.(s.145) Yazarın dediği gibi, “Batılılar görmek ve duymak istemedikleri şeyler karşısında üç maymunu oynarlar.”(s.147)
Yazar anlatım yani olayın hikâyesini anlattığı bölümünde, saldırıları gerçekleştirenler, Afganistan’daki el-Kaide yöneticileri ile irtibatları ve planın başarı anahtarları hakkında detaylı bilgiler sunmaktadır.
Bu anahtarları şöyle özetlemektedir: “Plan şaşırtan bir sadelik ve yanıltıcı bir şeffaflıkla nitelendirilir”.(s.46) Ayrıca saldırıyı gerçekleştirenlerin aralarındaki bağın güçlü olması da amaçladıklarına ulaşmada onlara yardımcı oldu. Nitekim saldırıyı yapanlardan dördü aynı kabileye (Ğümmed) mensup, sekizi de aynı bölgenin (Âsîr) insanıydılar. Üstelik aralarında ikiz kardeşlerde vardı. Bir de planın başarıya ulaşmasında, bu kişilerin cesur ve yürekli olmalarının rolü büyüktü. Bu iç içe eylemin düşüncesi Malezya’da ortaya çıktı, Afganistan’dan yönetildi, Almanya’da son şekil verildi, Birleşik Arap Emirliklerinden finanse edildi ve Amerika’da gerçekleştirildi.
Yazar, olayı gerçekleştirenlerin tümü Amerika’ya ulaştıktan sonra, saldırıların son hazırlık aşamalarını anlatıyor. Daha çok, guruba katılması planlanan Zekeriya el-Musavi’nin yakalanması ile son günlerindeki hazırlıklarını ve deşifre olma korkularına yer veriyor. Yazar dört uçağın kaçırılma olayını ve akıbetlerini inceden inceye okuyucuların gözleri önüne seriyor. Yazar ayrıca, Amerikalı yetkililerin resmi açıklamalarındaki dördüncü uçağın saldırganlarla yolcular arsında çıkan arbede sonucu Pennsylvania Eyaletinde bir parka düştüğü haberinden de şüphelendiğini belirtip böyle bir şeyin ancak Hollywood film senaryolarından olabileceğini söylüyor. (s.85) Yazar, uçağın o anda bölgede bulunan iki askeri uçak tarafından düşürüldüğünü daha yüksek bir ihtimal olduğunu söylüyor. Bu ve buna benzer resmi açıklamalar, Amerikan kamuoyuna psikolojik destek amaçlı yapıldığı, daha sonraları ise bu resmi açıklama yaygınlık kazandı ve insanların zihninde yer edindi.
Yazar, saldırılar sonrası Amerikalıların doğrudan gösterdikleri tepkilere ve zalim bir imparatorluk ruhunun nasıl uyandığına dönemin Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in şu açıklaması ortaya koyuyor: “Amerika Birleşik Devletleri dünyayı disipline etmesi için gücünü kullanmalıdır”. (s.106) Yine yazar, Amerikan kamuoyunun 11 Eylül olayına bu kadar hızlı tepki vermesinin aslında önceleri uygulanan ve yaşama alanı bulamayan ölmüş siyasetlere karşı verilmiş bir işaretten başka bir şey olmadığını belirtiyor.(107)
Amerikan yönetimi tarafından verilen tepki sadece saldırıyı planlayanlardan öç alma çabası değildi. Çünkü Amerikalılar sonraki aylarda düzenledikleri saldırılarda Afgan halkından onbinlercesini öldürdü. Hemen akabinde de Irak’a karşı savaş hazırlığına başladılar. Gerçek ortaya çıktı ve uluslararası meşruiyet denilen şey, keyfi muameleye ve kabul edilmesi gereken bir işgal ve faşist bir yönetim tarafından yaşlanmış bir diktatörlüğe karşı savaş açılıyor ve gücü sayesinde baş edilemez bir anarşizmi dayatmaya dönüştü. Böylece yüz karalığını 11 Eylül saldırılarıyla bozulan imajını düzeltmeye ve silmeye çalışıyor.(121-122)
MEDENİYETLER ÇATIŞMASI
Yazar, kitabın son üç bölümünü ilk bölümlerde anlattığı olayların tahliline ve analizine ayırıyor. Olayı geniş bir perspektiften kültürel ve stratejik bağlamda ele alıyor ve Samuel Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” teorisini benimsiyor, “medeniyetler çatışmasının bir vakıa olduğunu, günümüzde var olan uluslararası anlaşmazlıkların ve çatışmaların… doğasında kültürel anlaşmazlıkların olduğunu” söylüyor. (s.134) Ancak yazarın buradaki iddiası öncekine nazaran daha az tutarlı olduğu görülüyor. Çünkü kendisi ısrarla 11 Eylül saldırıların siyasi bir boyutunun da olduğunu kaydediyor.(s.142) ve Muhammed Âtta’yı bu eyleme sevk eden şey, Üsame bin Ladin’de olduğu gibi siyasi nedenlerdi. (s.143) Yani dini ve kültürel nedenlere dayanmıyordu. Yoksa yazar, batılılar tarafından İslam dünyasına karşı tek taraflı medeniyetler çatışması ve savaşı yürütüldüğünü mü kastediyor. Tam olarak açıklamasa da anlatmak istediklerinin özü budur.
Batılı güçler ile İslam dünyası arasında bir Medeniyetler savaşı vardır. Bu işin aslı ise, “Günümüzde batı medeniyetinin diğer medeniyetlere göre daha geniş alanlara nüfus etmesi, dünyaya hâkim olmak için kendine ait bir yönteminin olması ve onlarla rekabet edebilecek tek güç de İslam medeniyeti olması”ndan kaynaklanmaktadır. (s.139) Bu ince algı, denklem için önemlidir ve buna daha önceleri ünlü düşünür Edward Said “Oryantalizm” adlı kitabında değinmişti.
Medeniyetler savaşı olduğuna en bariz örneği ABD’nin İslam dünyasıyla ilişkilerinde görmekteyiz. Şöyle ki, Amerikan emperyalizmine kurban giden insanların ırkına ve bulundukları coğrafyaya bakmaksızın bunların tümü İslam inancını benimsedikleri görüyoruz. (s.142) Yazar, Amerika Savunma Bakanlığı İstatistiklerinin verilerine göre, 1988–1998 yılları arasında Ortadoğu’da ABD’nin 19 askeri müdahalede bulunduğunu belirtiyor ve bunların tümünde Müslümanları hedef alındığını ortaya seriyor. İslam medeniyeti dışında, Amerika tarafından defalarca saldırıya maruz kalmış başka bir medeniyet daha var mı? (s.232) diye de soruyor.
Öte yandan, batılı ülkeler bu saldırıları ile Müslümanları yerle bir etmeyi amaçlamalarına karşı, İslami direniş yavaş yavaş yükselişe geçmiş ve özellikle Amerikan yöneticilerin dikkatlerini çekmişti. Tüm dünyanın yeni emperyalizmin başkenti Washington’un arkasından gitmeleri ve ona çanak tutmaları için emirler yağdırılırken, İslami direniş Amerika’nın taleplerine karşı çıkıp meydan okudu. İdeolojik bakımdan sınırlıda olsa artık sürekli hatırda tutulması ve hatırlanması gereken bir İslami direniş vardı, tüm beklentilerin aksine ve ansızın onlara ölümcül bir darbe indiriyordu. (s.167)
DEMOKRATİKLEŞME MÜCADELESİ
Kitabın en değerli mülahazalarından biri de, el-Kaide örgütünün ortaya çıkmasının aslında Arap sistemlerinin acizliği, halklarını korumadaki başarısızlığı ve batılıların gizliden krallıklara ve diktatörlüklere verdikleri desteklerle demokratik bir dönüşüme engel olmalarının bir sonucu ve meyvesi olarak ortaya çıktığını belirtiyor. Normal yollardan özgürleşmekten ve kurtulmaktan umutları kesilince, bu defa taşlaşmış yönetimlere karşı ancak doğal olmayan bir yolla kaotik yöntemlerle halkların güçleri özgürleşmeye başladı.
Buradaki paradoks, El-Kaide’nin –Anti-Demokrasi selefi söyleminin- aksine özünde demokratik bir olguyu barındırmasıdır. Ancak yazar bunu“Despotik otoriter Batıya karşı verilen demokratikleşme mücadelesinin” (s.144) bir parçası olarak görüyor.
Kitabın yazarı, batılıların gerçekleri saptırma ve yanıltma konusunda sahip oldukları sınırsız güçleri ile(s.162) ve ahlâki açıdan iflas etmiş olmalarına rağmen olan ahlâki değerlere sığınmalarının (s.154) batı kültürünün temel özelliklerini oluşturduğunu belirtiyor.
Ve yazar, Irak’ta ve Afganistan’da terörizme karşı yürütülen savaşın, İslam’a karşı yürütülen bir savaş olduğuna inanıyor.(s.155) Fakat batı, İslam’a karşı kinini ve korkusunu tatlı sözler, soğuk nezaket ve kibarlıkla çok iyi gizlemesini biliyor. (s.160)
İslam dininin öğretilerinde, taraftarlarına adil olmalarını ve boyun eğmemeyi öğretmesi Batılıların İslam’a karşı olumsuz duruş sergilemelerini ikiye katladı: “İslam esasta adaleti merkeze almış ve İslam’ın birçok ilkesinde bu boyuta öncelik verilmiştir.” (s.160)
ADALETSİZLİĞE ARTIK DUR DEMELİ!
Kitap, yakut kırmızısı ve geniş bir hatla yazılmış artık “Zulme ve Adalesizliğe Son” başlığıyla son buluyor. “Eylemciler amaçlarında başarılı oldular. Onların ölümü yaşamaya çalışan sistemlere karşı kalıcı bir silah haline dönüştü.” (s.194-195)
ABD açısından bu saldırılar, ders çıkartma ve dış politikasını düzeltmek için yegâne fırsattı. (s.227) Ancak mesajı almak beraberinde yapılan hataları ve haksızlıkları kabul ve itiraf etmeyi de gerektiriyordu. Oysa şimdiye dek ne ABD ne de diğer batılı güçler yaptıkları zulümlerle yüzleşmeyi yeğledi. Bilakis, zulümlerine ve oyunlarına devam ettiler. Hatta zalimliklerini örtmek için yeni zulümler işlemeye devam ediyorlar.
Hatayı ve yapılanları itiraf etme yerine gittikçe çekişme alanı genişlemekte ve yoğunlaşmaktadır. Şöyle ki, “ABD yönetimi günümüze kadar gerçekte adını vermemişse de, İslam’a karşı bir savaş ilan etmiştir.” (s.230)
Yazar kitabında, İslam-ABD ilişkileri ve 11 Eylül saldırılarıyla ilgilenenlere verdiği bilgilerle büyük bir hizmet sunmuştur. Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere batılı ülkeler, saldırıların nedenlerini ve köklerini idrak etmek yerine aksine bilebile “siyasetlerini değiştirmemek için bilinçli bir şekilde zulümlerinde ısrarla devam ediyorlar.”
Yazar, batılıların ve ABD’nin 11 Eylül saldırı ve sonrası ile ilgili açıklama ve yorumlamalarıyla meşgul olmanın boş bir uğraş ve zaman kaybından başka bir şey olmadığını söylüyor.
İslam dünyasına karşı, dehşet saçan güçlerin küresel bir savaş açmaları ile ilgili de, pek anlamlı şu soruyu sormaktadır: “Felaket çığırtkanlığı yapan bu insanlara atalarının haçlı seferleri dönemlerinde mağlup olduklarını hatırlatmamız gerekir mi?”
Bu kitap nasıl ki batılılara, “şahsi menfaatlerinin onları gerçekleri görmekten alıkoyacak tüm etken ve ön yargılardan soyutlamaları gerektiğine yönelik zihni bir uğraş göstermeleri” konusunda bir çağrıysa, (s.230) keza bu Müslüman düşünürlere de ”Tartışmalarda ve argümanları kullanırken aşağılık kompleksinden kurtulmaları konusunda” ayrı bir çağrı ve teşviktir.(s.223)
Kitap, zor ve büyük olayları, batılıların yanıltıcı ve dolambaçlıklarla dolu yorum ve açıklamalarından kurtulmayı konu edinmektedir.
Yazar, bu zor ve karmakarışık olayları ele almasıyla ve gösterdiği cesaretle düşünce dünyasının bariz bir örnek olmuştur. Anlattıklarını ve yorulmalarını katılıp katılmamayı bir tarafa bırakarak, onun bu cesur ve sağlam duruşu takdire ve saygı göstermeye şayandır.
Kitaptaki en değerli tespiti ise, kötülüğün aslı ve kökeninin İslam düşüncesinden kaynaklanmadığını aksine ABD’nin siyasetinde gizli olduğunu, kaotik bir şekilde gösterilen refleksler ve eylemlerden değil aksine zalim yönetimlerin sistematik bir şekilde uyguladıkları zulümlerden kaynaklandığını açıklamasıdır.
-Müslümanlar ve Amerikalılar- olarak yazarın yaptığı gibi, adalet ve özgürlük yolunda önümüzde bir engel olarak duran bu kötülüğün kökenini ve adını verebilecek miyiz?
Tercüme: Haşim Özdaş / TİMETURK