Başbakan Erdoğan, her zaman olduğu gibi hasbi, harbi ve samimiydi.
Hocaefendi'yi Türkiye'ye isim vermeden davet etmek, bu özelliklerine yakışan bir içtenlik içeriyordu kanaatimce. Üstelik, sadece Fethullah Gülen için değil, gadre uğramış, haksızlık yapılmış, küstürülmüş uzaklaştırılmış, kovulmuş, sürülmüş her Anadolu insanı için de benzer şeyler düşündüğünden eminim.
Ve birkaç şeyden daha eminim.
Ben biliyorum, öyle bir kitle var ki; hasretle yanıp tutuşuyor. Yollarını gözlüyor... Ömürlerinde bir kez görebilmek için ömür feda edebilecek kadar sevdalı sessizler ve suskunlar var, biliyorum. Bu sevdanın, bazı kesimlerce anlaması zor, hatta imkânsız olduğunun da farkındayım.
Sonra Gülen'den cevap geldi. Her zamanki üslubuyla, çok naif ve hassas kelimeler kullanarak bu çağrıya 'şimdilik' olumlu cevap veremeyeceğini ifade etti. Meseleye insaf ve vicdan çizgisinde yaklaşanlar, her iki tarafı da rencide etmeyen değerlendirmeler yaptılar. Kimi, mevzuyu -ne yazık ki- hâlâ kavrayamamış olsa da, nihayetinde samimi fikirlerdi bunlar. Ki, Allah'tan var böyle bir kitle. Şunu da söyleyeyim, meseleyi 'Şimdiye kadar hangi meseleyi tam olarak çözdünüz ki dönsün' diyerek topu siyasetin yarı alanında oynamak da mümkündü ama kimse bu kolaycılık ve ucuzluğa kaçmadı, kaçmıyor şükür.
Yine biliyorum ki, 'dönsün işte ne olacak?' diye meseleyi romantik ve türkü tadında algılayan başkaları da var. Herkes, aynı samimiyet, aynı dürüstlük ve iyi niyetle katılmıyor bu çağrıya elbette. Her taşın altında cemaat arayan ya da türlü türlü melanetliklerini gizlemek için, her şeyin ardına cemaat sokuşturmaya çabalayan kitleleri görmezden gelebilecek kadar kafamız güzel değil Allah'tan. Şike mevzusunda kendini paralayan muvazzafların yazıp çizdiklerinin mürekkebi kurumadı henüz.
"Dönsün işte" diyor bazıları mesela...
Dönsün de, dini magazin boyutunda algılayanların, pespayeliği siyaset diye şiar edinenlerin malzemesi çoğalsın. Yolda yürürken ayakları taşa değse, cemaate yüklemeye çalışanlara gün doğsun, gündem olsun. Hasret bitsin, diye değil, kendi yurdunda prangalı sürgün gibi yaşasın diye dönmesini isteyenler, en çok bağıranlar sanırım.
Bir sivri akıllı şöyle yazmış mesela: "Sizin için güvenli olmayan, cemaatiniz için güvenli olur mu?" Süper zekâ ya! Şöyle demeye çabalıyor: Kendi rahatını düşünüyor. Bir kısım ise şu havada: Dönsün de cemaatine sahip çıksın! Böylelikle son moda algı trendi 'Hocaefendi iyi ama çevresi kötü' durumları da bitecek diye düşünüyorlar galiba.
Bu ülkede herkes doğuştan futbol yorumcusudur. Doktorluğumuz kadim bir gelenektir zaten. Şimdilerde buna bir de 'Cemaat uzmanlığı' eklendi. Gazeteler, televizyonlar, hele hele internet, cemaat, camia, hizmet uzmanından geçilmiyor. Türlü nedenlerle olunabiliniyor bu uzmanlık. Kimisi bu işten ekmek yiyor, kimi nefretini kusarak kendini rahatlatıyor, kimi hasretini gidermiş oluyor. Ama konuşuyor herkes. Sadece ağzı olan değil, kini, garezi, gazı, kuyruk acısı, haset sancısı olan konuştukça konuşuyor. Kimi, ufaktan efelenip 'sevmiyorum ulen' modunda, kimi alenen düşmanlık yapıyor, kimi sinsi, kimi suret-i haktan görüneceğim diye elli takla atarak yapmaya çabalıyor bunu. Ama konuşuyor da konuşuyor.
Çok basit bir test size; bugün 'dönsün efenim' diyen koronun kaçta kaçı, giderken itiraz etti, sesini yükseltti, 'haksızlık yapılıyor, olmaz böyle şey' diyerek karşı çıktı, yanında durdu?
Diyeceğim o ki, bu "yurda dönüş" meselesini "gel gel, su çok güzel" tadında algılamak isteyenlerle tartışmak abestir, vakit kaybıdır...
Ne demiş Orhan Veli: "Bekliyorum... Öyle bir havada gel ki, vazgeçmek mümkün olmasın."
Daveti değil de, davet sonrasında konuşulanların çoğunu aşırı sarkastik buluyorum ben. Bu 'sarkastik' kelimesi de fiyakalı bir şeymiş. Cümle içinde oldukça havalı duruyor. Yazıya entellik aroması katsın diye koydum ben mesela. Müstehzi efendim, müstehzi.
Böyleyken böyle...