Dün kaybettiğimiz Necmeddin Erbakan, 20. yüzyıl Türkiyesi’nin abide şahsiyetlerinden biriydi. Görüşlerine katılalım katılmayalım, inançlı bir “dava adamı” ve nezaketiyle meşhur bir “beyefendi” olarak hepimizin saygısını hak ediyordu.
Dindar bir Müslümandı ve Bülent Arınç’ın dün televizyonda söylediği gibi, “siyaseti Allah rızası için yapan” bir insandı.
Allah gani gani rahmet eylesin. Yakınlarının ve sevenlerinin başı sağolsun.
Merhumun başlattığı “Milli Görüş” çizgisi ise, katılmadığım ve eleştirdiğim yönleri bir yana, Türkiye demokrasisine kuşkusuz büyük katkı sağladı: Diğer bazı Müslüman ülkelerde “devrimci” bir nitelik kazanan, hatta “silahlı mücadele” yoluna sapan İslamcılık ideolojisi, Erbakan hareketiyle demokratik sistemin bir parçası haline geldi. Demokrasiyi bir “küfür rejimi” ilan eden radikal İslamcı akımlar, bu sayede hep marjinal kaldı.
Demokrasiye dahil oluşun tetiklediği “değişim” dinamikleri ise, sonunda, Milli Görüş’ün içinden onu da aşan bir damar çıkardı ki, AK Parti, mâlum, bu sayede doğdu.
“Erbakan olmasa, Erdoğan da olmazdı” diyenler, bu açıdan haklı.
Ama kuşkusuz “Erbakan’ın mirası” ile Erdoğan’ın hareketi, yani AK Parti, bugün birbirinden epey farklı şeyler.
İlkinin, yani Milli Görüş çizgisinin, bundan sonra ne olacağı ise önemli bir soru.
Erbakan’ın vefatının Saadet Partisi için büyük bir kayıp olacağına kuşku yok. Partide başka bir karizmatik lider adayı olmadığı herkesin malumu. Peki bu durumda Saadet’e ve onun temsil ettiği seçmen kitlesine ne olacak?
Benim ön sezim, bu kitleden iki ayrı adrese kayış olacağı: Birisi AK Parti, diğeri ise Numan Kurtulmuş’un liderliğindeki HAS Parti.
Aslında, “keşke Saadet içindeki Erbakan-Kurtulmuş çatlağı yaşanmasaydı da, şu an Kurtulmuş ‘emanet’i tamamen devralmış bir genel başkan olarak devam etseydi” diyesi geliyor insanın.
Çünkü, açıkçası, AK Parti’nin daha da “sağında” (veya belki de “solunda”) iki ayrı muhafazakar/İslami parti fazla. Aşağı-yukarı yüzde 5’lik bir seçmen kitlesine sahip olan bu “mahalle”den son 10 yılda yükselmiş tek gerçek “lider”in Numan Kurtulmuş olduğu da ortada.
HAS Parti’nin Cumartesi günü İstanbul’da düzenlediği “Siyaseti Halka Açmak” toplantısında bunu bir kez daha gördüm. Ergun Özbudun ve Levent Köker gibi değerli anayasa hukukçularının da katıldığı panelde uzun bir açılış konuşması yapan Kurtulmuş, ilkeli bir demokrasi vizyonu sundu.
Öncelikle, 27 Mayıs Anayasası’yla kurulan “vesayet sistemi”ni doğru analiz etti. Sözde “millet adına” yetki kullanan, ama hiç bir şekilde millet tarafından seçilmeyen bürokratik kurumların aslında bir “oligarşi” kurduklarını tespit etti.
Bu oligarşinin “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” gibi anayasal ifadelerde sırıttığını anlattı. Bu, “devlet”i esas kabul eden, “ülke”yi ve “millet”i ise ona ait sayan bir kafanın ifadesiydi. Oysa esas olan “millet”ti ve “devlet”in sahibi de oydu.
(Tümüyle katıldığım bu görüşlere, bir tek, “milllet egemenliği”nin de “çoğunlukçu” bir otoriterliğe kayabileceği, o yüzden seçilmişler arasında bir “kontrol ve denge sistemi”nin önemli olduğu eklemesini yapmam gerek.)
Sonuçta, Numan Bey’in hem güçlü bir demokratik vizyona hem de bunu taşıyabilecek bir enerji, karizma ve derinliğe sahip olduğu ortada. Ekibi de göz dolduruyor.
Eğer “Erbakan sonrası Milli Görüş” bu istikamete yönelirse, hem kendine hem Türkiye’ye büyük bir iyilik yapmış olur.
Yoksa sadece yerinde saymış olur ki, Erbakan Hoca’nın olmadığı bir devirde, bunun pek bir cazibesi olmaz herhalde.