Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

İki hatıra

14 Yıl Önce Güncellendi

2012-05-24 11:31:56

İki hatıra
Sol, şiddet ve silahlı mücadele sorunu üstüne yürütülen tartışmalar 1 Mayıs 1977’ye çakılıp kaldı. Türk ve Kürt solunun devlete karşı hemen her zaman bağımsız bir yerde durduğunu, ve 70’li yıllardan bu yana devletin birtakım taammütlerine rağmen “bağımsız” kaldığını iddia edenlerle, bunun tersini savunanların, devletin katliam planlarını bir hayli kolaylaştıran solun tarihiyle yüzleşmemiz gerekir diyenlerin öne sürdüğü argümanlar pek derinleşemedi.

Sol’da her zamanki gibi “sathı müdafaa” önde gidiyor.

Halil Berktay da cevap yazmaktan asıl mevzua gelemiyor.

Sonuç olarak anıların yarışması gibi bir durum var.

Herkesin hafızasındaki 1 Mayıs 1977 günü ayrı bir yerde duruyor ve sanırım bu ayrılık çok normal. Márquez hatıralarını yazdığı kitaba şöyle bir not düşmüştü:

“İnsanın yaşadığı değildir hayat, aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır.”

Márquez’e hak vermemiz gerekir.

Farklı tarihsel dönemlerin, ünlü kişilerin biyografilerinde ve anılarında çok farklı hatırlamalarla yer aldığını biliyoruz. Önemli tarihsel olaylar sözkonusu olduğunda, siyasi tercih ve kaygıların bu olayları anlatmaya niyetlenmiş kişilerin anlatılarına ve hatırlamalarına etki etmesi, hatta çoğu kez belirleyici olması da mümkündür ve şaşılacak bir durum değildir..

Hiçbir solcu yoktur ki, hayatında yer etmiş bir iç infaz hatırası olmasın.

***

1970’li yıllarda Diyarbakır’da Kürtlerin haklarını, özgürlüğünü ve solculuğu savunan bir avuç insandık.

Sonra birtakım gruplara ayrıldık. Sabahlara kadar Abide Çayevi’nde oturan, tartışan insanlar bir anda birbirine düşman oldu. Çünkü artık her birimizin itaatle bağlı olduğumuz bir gizli örgütümüz vardı.

Örgütlere girmeden önce, Diyarbakır Eğitim Enstitüsü’nü hep beraber mücadele ederek, “faşist işgalden” kurtardık. Sonra aynı okula gün geldi, omuz omuza mücadele ettiğimiz arkadaşlarımız bizi sokmak istemediler. Harun diye bir arkadaşımız vardı. Babası Dışişleri’nde çalışıyordu galiba ve biz bu yüzden Harun’a “Konsolos” diye hitap ederdik. Her birimiz bir örgüte girmişiz, Konsolos da gitti Maocu oldu, Kawa’ya girdi. Kawa Maoculuğu savunan bir Kürt grubuydu. Sonra bir gün Harun’un bir başka Maocu grup olan Halkın Kurtuluşu tarafından öldürüldüğünü duyduk. Harun’un ölümüne üzüldük elbette, ama bu ölüm, üzülüp sonra da unutmanın ötesinde, bize hiçbir şey anlatmadı, devrim yolunda böyle şeyler olur diye düşündük, cinayeti kendi vicdanımızda ve devrimin hatırına meşrulaştırdık.

Sol şimdi de Kürtlerin silahlı mücadelesini meşrulaştırıyor, ve asla bu “meşrulaştırma günahıyla” yüzleşmek istemiyor.

***

Madem hatıralar bahsindeyiz, bir hatıra daha anlatmak isterim.

Diyarbakır’daki TÖB-DER Kongresi, galiba tarih 1978.

Üç yüz kişilik salonda, seçimlerden önce, konuşmalar oldu. İki güçlü rakip Özgürlük Yolu ve DDKD grubuydu. Diyarbakır Belediyesi, Özgürlük Yolu’nun elindeydi, DDKD adayı Yahya Mehmetoğlu kaybetmiş, Özgürlük Yolu’nun adayı Mehdi Zana seçimi kazanmıştı. Bu, DDKD taraftarları arasında bir yenilgi psikolojisinin oluşmasına yol açmıştı. Ne olursa olsun, seçimi kazanmak istiyorlardı. Kürt gruplar için Diyarbakır son derece önemli bir merkezdi ve burada zayıf olan her yerde zayıf, güçlü olan da her yerde güçlü sayılıyordu.

Bir öğretmen derneğinin kongresi müthiş bir siyasi rekabete dönüşmüştü. Öyle bir hava vardı ki, sanırsınız öğretmenler derneğinde kongreyi kazanan Kürdistan’a sahip olacak.

Sandığın etrafına toplanmıştık. Sonuçlar açıklandı. Seçimi Özgürlük Yolu kazanmıştı.

En önde oturan DDKD lideri, Kürtçe “.. de lêxın diyavanın” dedi.. (Vurun analarını...) O anda insanlar birbirine girdi. Ve çok şükür sıra silahları çekmeye gelmeden, salonda çalışan bir işçi tam da o anda elektrik şartelini indirdi ve karanlıkta kaldık.

Ziya Gökalp Lisesi Müdürü, Kenan Hoca şişlendi. Yaralanalar, hastaneye kaldırılanlar oldu. Eğer o kongrede bir tek silah patlasaydı ve içeriye silahlı olarak giren gençler, silahlarını karşılıklı olarak çekseydi, içeride kaç kişinin hayatını kaybedeceğini varın siz hesaplayın.

Tartışıp duracaktık tabii. “Sömürgeci devlet” katliam yaptı diye. Ve muhtemelen güçlü bir liderin patlamaya hazır silahlarını bellerine takıp gelmiş gençlerin ortasında söylediği o küfürlü sözü, çok az insan hatırlayacaktı. Oysa o gün orada o söz bir talimat olarak anlaşıldı ve arbede koptu. O arbedenin bir katliama dönüşmesini ise bir işçi engelledi. O gün o salona sadece oy kullanmaya gelenler vardı, ama o salona “ölmeye ve öldürmeye” hazır bir ruh haliyle gelenlerin olduğu da bir gerçekti. Allahtan kongre, “derin devletin” mesaisine denk gelmemişti, yoksa 1 Mayıs katliamının benzeri, Diyarbakır’da yaşanabilirdi.

Dolayısıyla 1 Mayıs’a “ölmeye ve öldürmeye hazır” bir ruh haliyle giden solun, meydandaki davranışı üstüne, bu davranışın insanların ezilerek hayatlarını kaybetmesi ve derin devletin işini kolaylaştırması üzerine bir mutabakat sağlamamız, hatırlamaları ortaklaştırmamız çok kolay görünmüyor.

Peki 1 Mayıs 1977 katliamından bu yana solun şiddet deneyimi ve anlayışını, ve bu deneyimin ve anlayışın 1980’li yıllarda Kürtler’e ihale edilmesi sonucunda oluşan trajik tarihi hiç konuşmayacak mıyız?

Bu trajik tarih içinde yürümeye devam etmek isteyenlere söyleyecek sözümüz olmayacak mı hiç?

Devlet bile bu tarihin ağır yükünden kurtulmak istiyorken, sol bu tarihi taşımaya niye mecbur olsun?

Haber Ara