Dolar

34,2587

Euro

37,6707

Altın

2.910,94

Bist

9.031,64

Ulusçuluk ve Taşımalı Halk Hareketleri

15 Yıl Önce Güncellendi

2011-03-31 18:18:15

Ulusçuluk ve Taşımalı Halk Hareketleri

Afro-Arap coğrafyasından sonra 42 yıllık Baas iktidarına hapsolmuş Suriye’ye ulaşan kıyam ateşinin ardından endişe ve ümit arasında popülaritesi artan soru şu; “Halk hareketleri Türkiye ve İran’a sıçrar mı”?.  Endişeliler; “KCK öncülüğünde Kürt halkı Türkiye’de, yeşil akım ise İran’da rejimi tehdit eden bir isyan çıkarabilir mi?” sorusuna yanıt arıyor. Laik, ulusalcı ve liberallerden müteşekkil ümitliler ise; “Hiçbir neden yokken Tunus ve Mısır’da isyan oluyorsa, isyanlarla ilgili tarihi bir altyapısı olan Türkiye ve İran’da bir isyan neden başarıya ulaşmasın?” diyerek, ateşi bu iki ülkeye taşımak için çaba sarf ediyor.

Popülizm, halk karşısında vatan toprağı ve rejimin savunusu, insansız psikoloji ve toplumsuz sosyoloji üretmek dışında bir görev ifa etmemiş olan “halksız cumhuriyetçiler”; Tunus ve Mısır’da dikta rejimler çökünce “komşuda pişer bize de düşer” aymazlığının gururu içinde Erdoğan’a “sonun yolu”nu gösteriyordu. Elbette halk düşmanlarının sığlığı ve basiretsizliğini göstermesi bakımından sevindirici bir durumdu bu. Ne de olsa köklü değişimin kazasız, belasız ve kansız bir şekilde gerçekleşebilmesi için, değişimin görünen aktörlerinin basiretli, karşısında duran grubunsa, akıl ve izandan yoksun olması gerekiyordu.

Deli cumhuriyetçilerin en büyük tehdit olarak gördüğü halkı, halkçılık adına Kemalist ilkelerin oklarına saplamalarının üzerinden 80 yıl geçti, yine de Tunus ve Mısır’da halkın gücüne şahit olduktan sonra bir çocuk heyecanıyla “hadi bir halk hareketi başlatalım” söylemlerine kapılmaktan geri kalmadılar. Wikileaks tanrısına sığındılar, daha çok belge için sunaklara adak sürdüler ve var güçleriyle Facebook ve Twittere yüklenerek devrim motorunu aktive etmeye çalıştılar. Benzersiz erke dönergecinin, Ergenekoncu generallerin elinde patlamasından sonra cumhuriyetçiler, yakıtı olmayan Buazizi’nin ateşinden nasiplenir mi bilinmez ama bu ateşin sadece halka yaradığını ve halk düşmanı ulusalcıların iktidarını yakıyor olduğunu, birilerinin onlara hatırlatması gerekir.

Ergenekon mağaralarında itina(!) ile hazırlanan entrika ve komplolar, radikal cumhuriyetçilerin artık Türk halkından umudu kestiklerinin bir sonucuydu. Komplolar, umulan başarıyı sağlayamayınca bu sefer yıllarca bombaladıkları Kürt coğrafyasında yeşeren hareketlerden medet ummaya başladılar.

30 yıldır Ergenekoncu generaller ile Kawacı PKK ateşinin karşılıklı dansı arasında acılar içinde sarmalanan Türk ve Kürt halkından, Türk ve Kürt ulusalcılığı doğdu. İlk bakışta Janus’un farklı yönlere bakan iki yüzü gibi görünen doğu-batı coğrafyalarının ulusalcıları, gerçekte tek yüzlüydü. İki ulusalcı tipi de kendisine en büyük düşman olarak halkın dinini seçtikten sonra dinî kimliklerini pratikte reddederek, halkın dini İslam’la olan bağları koparma yoluna girdi.

 

Her iki grup da kendi halklarının geçmişlerini İslam öncesi çağlara uzatarak ırkı putlaştırma yoluna girdi ve tarihsel geçmişlerini, İslam öncesi çağlara uzatarak aidiyet duygularını ilkel çağların(!) mitlerine bağlamaya çalıştı.  Biri Ergenekon’u icat etti diğeri Kawa efsanesini. Her iki efsanede de ön plana çıkarılan ateş ve demir öğeleri, tanrısız bir dünya ve maddeciliği simgeliyordu. İki ulusalcı hareket de halklarının feodal (!) durumundan yakınmakta, dinî geleneğinden tiksinmekte, halkların kendi içindeki ilişkilerinde asli unsur olan dini etkiyi zayıflatmaya çalışmakta, Avrupa toplumunun yaşam tarzını taklit etmekte, emekçi kadın safsatalarıyla feminizmi körüklemekte ve kadınların ön planda olduğu hâyâsız ama haklarının bilincinde(!) olan bir toplum hayal etmektedir.

 İki ulusalcı hareket de iffetiyle örtülü müslüman bir kadından, örtülü ya da örtüsüz ama haklarını bilen modern bir Türk ya da Kürt kadını çıkarmanın peşine düştü. Yine iki grup da fıtrat farklılığına, kadın-erkek eşitsizliği bağlamında isyan ederek cinsler arasındaki fıtrat sınırlarını parçalama yoluna girdi. İkisi de “emekçi kadın” söylemiyle kadını, annelik ve kadınlıktan soğutma yoluna girerek, toplumun her alanında örtülü ya da örtüsüz ama Rasul’un lanetlediği erkeksi bir kadının varlığını tesis etmeye çalıştı. Türk ulusalcıları, kendi içlerinde bu hayali büyük oranda gerçekleştirmelerine karşın Malthusçulukla (*) nüfus planlaması tuzağına düştükleri için, hayalleri gerçekleşirken aynı zamanda annelikten uzak bir kadının ortaya çıkması, soylarının kurumalarını da beraberinde getirdi. Kürt ulusalcıları ise bu hayali gerçeğe dönüştürmenin ilk safhasında, Demirci Kawa’nın zaferini ilan ettiği newroz bayramlarında(!) özellikle başı açık kadınları ön planda tutarak henüz ilk adım olan “başı açma” başarısının gururunu yaşıyor. Her iki hareket de İslam dinini ve Rasulullah’ı, ulusçuluğun ve çağdaşlığın düşmanı olarak görür ve mitlerle yoğrulan evrimci bilgilerle onu alaya alır. Her iki görüş de temelini tek adam ideolojisi ve ilkelerine dayandırır. Aşkın bir öğreti ve yaşam tarzı sunan İslam’ın ilkeleri gururla reddedilirken, eşi-benzeri kabul edilmeyen tek adamların sözleri; tanrının kutsal vahiyleri gibi sorgulanmaz, hayat pahasına ciddiye alınır ve pratiğe aktarılmaya çalışılır.

Ulusçuluk, halkın değil halkın yaşamından soyutlanmış ve reel olmayan bir ırkın yüceltilmesi olduğu için, aidiyet vurgusunu dine ve İslam ümmetine yapan halkların fertleri, ulusçuların baş düşmanıdır. Elbette halkın diniyle ilişkisi olmadan halkın fayda ve refahını gözeten bazı aydınlar, ulusçulara aldırmadan müslüman bir halkın halkçılığını yaptıkları için, milli mücadeleye ve kurtuluş hareketine ihanet etmiş olup onlar da ulusalcılar için düşmandır. Bu anlamda ulusalcılar için “sarı hoca” lakablı İsmail Beşikçi haindir, Fikret Başkaya ve Atilla Yayla haindir. Yine Şivan Perwer, Kemal Burkay ve Orhan Miroğlu haindir. Özetle iki ulusalcı tipi de tepeden inme olup kendisine itaat etmeyen ve politikalarını eleştiren halkın fertlerini hainlikle suçlayıp cezalandırma yoluna gidiyordu.

Ulusçular, ortaya ilk çıkışlarında halkçı söylemlerle taraftar toplamaya çalıştı ama yeterli gücü elde ettikten sonra, dinle bağını koparmayan halklarını reddettiler, bundan dolayı halkçılıkları halksız ya da halka rağmen bir halkçılığa evrildi ve en sonunda ulusçuluğa dönüştü. Ulusçuların gücünü kıracak tek faktör dindi onlar da halkı dinden uzaklaştırma yolunda ellerinden gelen her zulmü halkın üzerinde uygulamaktan çekinmedi. Nihayet Türk halkının çoğunluğu, 80 yıllık zulmün ardından Erdoğan üzerinden Türk ulusalcılarına karşı şiddet içermeyen bir isyan yolunu seçti. Halkın isyanına karşı açıktan mücadeleyi yürütemeyen Türk ulusalcıları, komplolarla bu isyanı kanlı bir şekilde bastırmaya çalıştıysa da ergenekon bataklığına saplandı ve çırpındıkça daha da battı.

Ergenekoncu generaller ile gerillaların Kawacı önderleri arasında 30 yıldır devam eden kirli ilişki, iki düşman arasındaki “düşük yoğunluklu savaş” olarak lanse ettirilmede başarılı olunduysa da son yıllarda gerçekleşen karakol baskınları, bu türden kavramsallaştırmanın gerçekleri yansıtmaktan çok çarpıtma görevini üstlendiği anlaşıldı. Komplodan ibaret kalan halk dedikodularının yerini ciddi şüpheler aldı. Dağlıca ve Aktütün’deki baskınla şüphe, bilgiye dönüştü. DTP kapatma davasıyla ilgili AYM karar gününün hemen öncesinde gerçekleşen Reşadiye saldırısının ortaya çıkardığı somut deliller ışığında bilginin yerini inanç aldı. Son olarak Gediktepe ve Hantepe’deki baskınlarla birlikte “TSK’nın PKK’ya silah ve ilaç sattığı” haberleri bu inancı, doruğa çıktı.

İki sözde düşman arasındaki çarpık ilişkilerin deşifre olmasıyla birlikte Türk halkı tarafından baskına uğrayan Ergenekoncu generallerin tutuklanması, Türk ulusalcılarının gücünü ne kadar kırdıysa, bu durumla birlikte Kawacı liderlerin de deşifre olması, Kürt ulusalcılarını o oranda üzdü.  Şimdi Türk ulusalcılarının tek umudu, aynı zamanda kardeşleri olan ama kendileri gibi kardeş halkların düşmanı Kürt ulusalcılarının, Tunus ve Mısır’da dikta rejimi yıkan halk isyanını taklit ederek onu başarıyla Türkiye’ye taşıma çabasına bağlandı. Türk ulusalcıları, büyük bir umutla Kürt ulusalcılarının üzüntüsünü, sahip oldukları halk gücüne vurgu yaparak gidermeye çalışırken, Kürt ulusalcıları da Tunus ve Mısır örneği üzerinden “halk gücü” vurgusu yaparak Türk ulusalcılarına güç vermeye çalışıyor.

Cumhuriyetçilerin, güç kaybının akılda meydana getirdiği hasardan dolayı Arap devrimlerinin sebep ve seyirlerini okuyamayacak halde olduklarını anlamak mümkün ama hayatlarını halkın kurtuluşu yolunda harcadıklarını iddia eden kurtuluşçuların, özellikle politik alanda onların liderliğini üstlenen ve akilliğiyle bilinen Ahmet Türk’ün basiretinin bağlanmış olmasının elbette üzülecek bir tarafı yoktur. Çünkü her insan kendi inancının elverdiği ölçüde öngörüye sahip olur ve bu öngörü etrafında yorumda bulunur. Eğer Türk; Mısır ve Tunus örneklerinden yola çıkarak Kemalist Cumhuriyetten çok Erdoğan iktidarını hedef alan bir tehditle, benzer bir isyanı Türkiye’ye taşıyabileceğini ve sesinin Tunus ve Mısır halkından daha gür çıkacağını söylüyorsa, Türk ulusalcılarının, halkın yarısının reyiyle temsil edilen Erdoğan iktidarı karşısındaki tutumlarına benzer bir tavır sergilediği için ulusçu bir çizgiye kaydığını söylemek gerekir. Oysa ne Arap coğrafyasında ne de Türk ve Kürt coğrafyasında esen rüzgâr, ulusçuların lehine değildir. Neden?

Arap coğrafyasında Tunus’la başlayıp Suriye ve yavaş yavaş Ürdün’e sıçrayan hareketler her ne kadar Buazizi’nin eylemiyle başladıysa da, aslında ulusçuluk diktatörlüğüne karşı başarıyla gerçekleşen ilk halk isyanı, 2007 Haziranı’nda Gazze’de başladı. Yıllarını Filistin halkının kurtuluş ve özgürlüğü yolunda harcayan FKÖ, gücü eline aldıktan sonra düşmanla işbirliği yaparak halka ihanet etti ve halkın dinine karşı duran ulusçu bir çizgiye kaydı. Yahudi Devleti ile beraber Filistin halkını baskı altında tutmaya başlayan FKÖ, halkın bağrından çıkan HAMAS’ın halkın diniyle barışık mücadelesi karşısında güç kaybına uğradıkça ihanetini artırması üzerine, öncelikle Dahlan Çetesine karşı başlayan bir isyanla Gazze’deki iktidarına son verildi. Şimdi hem bu örnek hem de Arap coğrafyasında cereyan eden diğer örnekler üzerinden birkaç madde halinde halk hareketlerinin özet analizini yaparak, bu hareketlerin Türkiye ve İran’a neden taşınamayacağını ortaya koymaya çalışalım;

1-) Halk hareketleri, on yıllar süren bir zulüm iktidarının altında artık yaşamaya takati kalmamış müslüman halkların, halk düşmanı olduğu kadar halkın rabbi olan Allah’a düşmanlıkla nam salmış ulusçu, baasçı, laik, seküler ve sözde kurtuluşçu diktatörlere karşı bir isyanıdır.

2-) Kendilerine isyan edilen diktatörler, halkın kurtuluşu amacıyla yola çıkmış ama iktidarı eline aldıktan sonra halkın esarette kalması için mücadele ede gelmişlerdir.

3-) Devrilen ve isyana maruz kalan tüm diktatörlerin en önemli düşmanı, halkın dini olan İslam ve onun ilkeleriydi.

4-) Türkiye dahil İslam ülkelerinde hüküm süren tüm dikta rejimleri, Batılı yaşam tarzını halkın geleneksel dini yaşamı yerine dikte etmeye çalışan ulusçu ve jakoben bir anlayışa sahipti.

5-) Halk hareketleri, plansız bir şekilde doğaçlama başlamış ve müdahale olmadan doğal seyirde gelişmiştir.

6-) İsyan edilen tüm diktatörlerin halka uyguladığı baskının temelinde dine tahammülsüzlük yatmaktadır.

7-) İsyan eden halkların hedefinde, demokrasi kelimesiyle süslenmiş iktidarlar değil ulusçu rejim vardır.

Bu maddeler ışığında günümüz Türkiye ve İran’ına baktığımızda halk isyanının neden olamayacağını ve zorlama ile isyan başlatılsa bile neden başarıya ulaşamayacağını görmek, herhalde mümkün olacaktır. Erdoğan öncesi Türkiye ya da Humeyni öncesi İran, varlığını sürdürebilseydi, söz konusu isyanlar kaçınılmaz olabilirdi ama günümüzden söz ediyorsak hem hakikat ve hem gerçek,  böyle bir isyanın mümkün olmadığını ortaya koymaktadır. O zaman Türkiye’de ne olacak ve halk hareketleri nereye sıçrayacak?

 

Bilimsel tesbit ve ümitlerle değil inancımızın bize kazandırdığı öngörünün yardımıyla yapacağımız yorum şu olacaktır; Tarihin bir döneminde İslam’la müşerref olan bir halkın davranışı, suyun hareketi ve farklı ortamlardaki fiziksel davranışına benzer. Su ister kapalı bir kap içinde yıllarca hapsedilsin, ister kapalı bir mekân içinde kaynatıp buharlaştırılsın, ister farklı yöndeki iki kuvvet arasında basınca maruz bırakılsın, isterse de azar azar parçalanıp sağa sola dağıtılsın. Eninde sonunda su yani halk, serbest akacağı yolu bir şekilde bulacak ve akması gereken yere akıp bir zamanlar koparılmış olduğu bütüne, denize yani İslam ümmetine kavuşup birliğe dâhil olacaktır. Bu bağlamda İslam coğrafyasında Türk ve Arap halklarının, ulusalcı-laik iktidarlara karşı başlattıkları isyana benzer olarak müslüman Kürt halkı da eninde sonunda içinde bulunduğu duruma isyan edecektir. Ama bu isyanı, zannedildiği gibi Türk, Kürt ve Arap halkının çoğunluğuyla seçilen Erdoğan’ın iktidarına karşı değil kendini kurtarma iddiasıyla kendi coğrafyasından çıkmış ama gücü eline aldıktan sonra, müslüman halkı düşman bellemiş Kürt ulusçuluğuna karşı gerçekleştirecektir.

Son olarak Arap halkının isyanıyla Kürt halkının muhtemel isyanı arasında sebep ve sonuç bakımından bir benzerlikten söz edilecekse benzerliğin, Kürt halkının dine olan bağlılığı ile onun özgürlüğü yolunda mücadele ettiğini iddia eden ulusçuların dine karşı düşmanlığı arasında olduğunu söylemek gerekir.

 

(*)Malthusçuluk: İngiliz iktisatçısı ve aynı zamanda papaz olan Thomas Robert Malthus'un Nüfusun Esasları Üzerine Deneme (1798) adlı eserinde ortaya koyduğu ahlak anlayışına Malthusçuluk ya da Malthusçu demografi adı verilir. Bu görüş kısaca, insan nüfusu 1,2,4,8,16,32,64... şeklinde katlanarak artarken, gıda üretimi 1, 2, 3,4, 5,6, 7 şeklinde aritmetik olarak artar. Sonuçta karamsar bir sonuca varan Malthus, gelecekte şu nüfus artışı kadar hızla artmayan gıdaların insanlara yetmeyeceğini ve kitlesel bir kıtlığın baş göstereceğini iddia etmiştir. Ancak XX. yüzyıldaki üretim teknolojisindeki gelişmeler bu görüşün doğru olmadığını göstermiştir. Malthus'un bu sorun karşısındaki çözümü şudur: Üreme güdüsünün kontrol altına alınması, bekâr yaşamak, hatta cinsel perhize başvurmak. Malthus'un bu önerileri ilettiği kişiler, özellikle fakir olanlardı. Ona göre fakir ve sefil olmaları kalabalık nüfuslarından kaynaklanıyordu.

Haber Ara