Bayramlarda, genellikle kendimi tekrar ederim. Bunun rahatsızlığını, hep duymama ve bunu, dile getirmeme karşın; bayram sabahlarını ve bayram yerlerini anlatmaktan, hiç vazgeçemem. Bugün biraz farklı bir şeyler, kaleme almak niyetindeyim ama gene de Kurban bayramları öncesini ve Kurban bayramları sabahını paylaşmak istiyorum.
Çocukluğum ve gençliğimde o zamanlar oturduğumuz Laleli'de geniş bahçeler vardı. Apartmanlara en az yüzde 50, bahçe bırakmak zorunluluğu getirildiği gibi apartman ve ev aralarında geniş boş arsalar olurdu. Ve alınan kurbanlıklar çoğu kez bu bahçelere konulurdu. İş buraya kadar iyi ama o hayvanlar başlarına gelecekleri bilircesine sabahlara kadar "me"ler ve insana uykuyu haram ederlerdi.
Bayram sabahları da kelimenin tam anlamıyla "kan gövdeyi götürürdü."
Şimdi, (en azından), büyük kentlerimizde unutuldu ama o günlerdeki anlayış kurbanı, evin erkeğinin kesmesi idi. Tabii, çoğu acemi kasap olan ev erkekleri, kurban diye sık sık kendilerini de keserlerdi. Acemi kasapların günümüzde de epey kan döktüğünü(!), gazetelerden okuyoruz ama eminim, o günlerdeki "telefat"(!) bugünlerle karşılaştırılmayacak kadar fazlaydı. Eğer yeni dönemde yaygınlaşan, dana ve boğa kurban etme alışkanlığı olsaydı eminim çok daha fazla insanın canı yanardı.
x x x
Çocukluğumun ve gençliğimin Türkiye'si fukara bir Türkiye idi. Günümüzle karşılaştırdığımız zaman inanılmaz farklılıklar görürüz. Ve çok haklı olarak, gelişmeleri yetersiz bulsak da gene de önemli gelişmeler olduğunu, kabul etmemiz gerekir.
Daha önce bu köşede vurguladığım üzere bizler yani toplumsal bilimlerin farklı dallarında çalışanlar bizatihi toplumu "laboratuar olarak" kullanırız ve bu nedenle doğal bilimcilerin "Sizin bir laboratuvarınız yok, yaptığınız şey bilim sayılmaz çünkü deneme-sınama yapamıyorsunuz" iddiaları, doğru değildir. Ve bizler yani toplumu bir laboratuvar olarak kullanan, toplumsal bilimciler, sürekli "mukayeseler" yaparız. İşte bu türden mukayeseler yaptığımız zaman neler başarıldığını anlıyoruz.
Dün "10 sente muhtacız" diyen, başbakanın ülkesinden geldiğimiz nokta "İslam dünyasında" yüz binlerce fukaraya, kurban eti yedirme noktasıdır. Ve Türkiye'nin, bu kanaldan sağladığı prestij, ölçülmeyecek kadar fazladır.
X x x
Bir ülkede gelişmişliğin ölçüsünü, salt ekonomik rakamlarla açıklamanın, yanlış olduğunu, söyler dururum. Bu nedenle, öğrenciliğim döneminde Türkiye'de fert başına 250-300 dolar ulusal gelir payı düşerken; bugün bunun 10 bin doların üzerine çıkmasının, çok fazla anlamı olmadığını, düşünürüm. Oysaki o günlerde hocalarımız "Eğer Türkiye'de fert başına düşen yıllık gelir 5 bin dolara ulaşırsa, sorunlarımızı çözmüşüz demektir" diye ders anlatırlardı. Demek ki bu tespit, doğru bir tespit değilmiş.
Mesleğim gereği zaman zaman yurtdışında kaldım. Bu yurtdışında kaldığım ülkeler genellikle "gelişmiş"(!) ülkelerdi. Fakat bu ülkelerde tanıştığım ve yakınlaştığım insanların "mutsuzluğu" ve "yalnızlığı" beni çok şaşırtırdı.
Örneğin; özellikle Almanya'da kocasını genellikle 2. Dünya Savaşı'nda yitirmiş, bir "yaşlı kadınlar" kuşağı vardı ki gerçekten yürekler acısıydı. Noel'de ya da paskalyada gelecek çocuklarını ve torunlarını beklemeleri, yaşamlarının tek amacıydı. Tabii, "sosyal devlet", çerçevesinde; kalabilecekleri "huzur evi" türünden olanakları vardı ama sanıyorum fazla yaygın değildi. Kaldı ki var olanlarının olanakları da günümüz "Darüşşafakasının" olanaklarının yanına bile yaklaşamazdı. İşte bu yaşlı kadınların yaşamlarına bizim işçilerimizin aileleri can verdi. Hiçbir işe yaramadığı düşüncesiyle bir kenara atılmış olan bu yaşlı "oma-büyükanneler" bizim çocuklarını bırakacak bir komşu arayan işçilerimize tam bir kurtuluş oldu. Oma'lar da bir işe yaramanın keyif ve mutluluğunu yaşadılar.
x x x
Kısa sürelerle de olsa, yaşadığım "zengin"(!) ülkelerde; insanların, kimi "insani" kurumlardan yoksunluğunu görmüştüm. Şimdi bizde de başladığını, üzüntüyle sapladığım; "komşusunu tanımama" tam bir hastalık haline dönüşmüştü. Evet bizde de oturulan apartmanlarda; insanların çoğu komşularını tanımıyor ama en azından merdivenlerde karşılaşıldığı zaman, "Allah'ın selamını" esirgemiyor. Bu ülkelerde insanın yüzüne duvara bakar gibi, bakıyorlar.
Benzer bir durum, "arkadaşlık" kurumunda da görülüyor. İnsanlar, dostsuz ve arkadaşsız yaşıyorlar. Elbette "kurumlaşmış" bazı ilişkileri var ama bizdeki ilişkilerden çok farklı ve aynı derecede yetersiz.
x x x
Bu ülkelerin gençleri; genellikle "amaçsız ve hedefsiz" oldukları için, toplumsal sorumlulukları, tanıyamıyorlar. Ve bunun sonucu mutluluğu "uyuşturucularda" arıyor ve bulduklarını sanıyorlar.
Ekonomi iyiye giderken; sorunlar nispeten örtülüyordu. Zira insanların en azından "ekmek" sorunu yoktu. Pek konforlu olmasa bile başlarını sokacakları bir yer bulabiliyorlardı. Fakat bu ülkelerin ekonomileri bozuldukça, bu türden sorunlar da ortaya çıkmaya başladı. Ama "üzülüyorum" desem, yalan olurÖ
Birçok yazar, "21. yüzyıl, Türkiye yüzyılı olacak" diyordu. Sanki haklı gibiler...