Bugün 26 Ağustos. Ulusumuzun, bağımsızlığının perçinlendiği, antiemperyalist savaşı noktalayan, 'Büyük Taaruz'un başladığı günün 86. yıldönümü... Bu haftaki yazılarımı, bu 'Büyük Taarruz'un öncesine ve sonrasına ayırmak istiyorum.
Ancak bugün; bu konuya geçmeden önce, iki nokta üzerinde durmak niyetindeyim. Bunlardan birincisi; basınımızdaki, 'kriz merakı'. Bu konuya haftaya geri döneceğim ama, şimdiden şu kadarını söyleyeyim ki; Montrö Sözleşmesi koşullarına uygun olarak, Karadeniz'e çıkan NATO ve ABD gemilerinin, bir kriz oluşturduğu konusundaki yazılar ve yorumlar, gerçekten gülünç. Neyse; bunun üzerinde, daha sonra duracağım.
Bugün (eğer girebilirsem), ana konuma girmeden önce, değinmek istediğim ikinci konu da, 'cehaletle' ilgili. Tuna Bekleviç, İstanbul Bilgi Üniversitesi Santral Binası'nda, çok ilginç bir iş yapıyor.
Farklı üniversitelerden ve farklı düşünceden gençleri bir araya getiriyor ve (çoğu, kendilerine 2. Cumhuriyetçi denilen, süper zekalılardan oluşsa bile), ilginç kişileri çağırarak, sohbet toplantıları düzenliyor. Nasılsa, bu toplantıların birine, beni de çağırdılar. Bence güzel bir toplantı oldu.
Fakat katılımcıların bir kısmını, pek mutlu etmedim. Zaten, böyle bir amacım da olmadı. Zira, söz alanların hemen hepsi; ne söyledilerse, yanlış söylediler. Umarım, söylenenleri sessizce dinleyen çoğunluğun düşünceleri, farklı olsun...
Konu, ağırlıklı bir biçimde, Kemalizm ve Cumhuriyet'imiz idi. Kimi 'süper zekalıların' dillerinden düşürmedikleri, yalan-yanlış değerlendirmeleri ve saptırılmış bilgileri, anlatıp durdular. Ve inanın ağzı güzel laf yapan, bir takım genç insanların, bilgisizlik ve cehaletlerine çok üzüldüm.
Örneğin; defalarca ve defalarca söz alan ve fırsat versem, başkalarına hiç söz bırakmayacak olan, sevimli bir genç; ulusal savaşımızı, İngiltere'nin desteğiyle, Sovyetler'i yıpratmak için yaptığımızı dile getirince; 'Eyvah', dedim. 'Cehaletin bu kadarı, ancak eğitimle olur'...
Bunlar; birilerinin sürekli oluşturdukları , 'bilgi kirliliğinin', hüzün verici sonuçlarıydı. İşin kötüsü, bunların karşısında görünen ve Atatürkçülüğü, bir 'manevi iktidar' olarak kullanmak isteyen ve 'ayrıcalık', olarak gören; sahte Atatürkçülerle de hiç aram yok. Ve maalesef günümüzde, Atatürkçülük adına, bunlar ortada dolanıyorlar. Ne diyelim, bunlar da geçer...
Sakarya Meydan Savaşı; Yunanistan'ın, 'saldırı gücünün' sonu olmuştu. Ankara'ya ulaşmak hayaliyle ve başta İngiltere olmak üzere, müttefiklerin sırt sıvazlamasıyla yola düşen Yunan ordusu; Ankara'ya çok yaklaşmasına karşın, inanılmaz bir özveriyle durdurulmuş ve Sakarya Nehri'nin batısına sürülmüştü.
Savaş sırasında; Ankara'nın güneyi de, Türk cephesi delinince; Mustafa Kemal, o ünlü emrini yayınlamıştı: 'Savunma çizgisi yoktur, (hat-ı müdafa); savunma alanı, (sath-ı müdafa), vardır.
Ve savunma alanı, tüm vatan toprağıdır. Vatanın her karış toprağı, düşman kanıyla sulanmadıkça, terk edilemez'... Yani; düşman birlikleri, sizi kuşatsa bile, geri çekilmeyeceksiniz ve bulunduğunuz alanı, sonuna dek savunacaksınız... Ve bu emir, büyük bir cesaretle uygulandı. Yunan ordusu, bitkin bir hale geldiği, Ankara kapılarında durduruldu ve bir karşı-saldırıyla, geriye püskürtüldü.
Sakarya savaşı sırasında, Yunan Ordusu'nun Anadolu'daki kuvveti; 5500 subay, 178 000 er, 48 900 hayvan, 800 üç tonluk kamyon, 340 bir tonluk kamyondu. Yunan ordusunun, Sakarya meydan Muharebesine katılan toplam gücü; 3780 subay, 120 000 er, 2 768 makineli tüfek, 286 top ve 18 uçak idi.
Sakarya'ya katılan Türk Kuvvetleri ise, 5 461 subay, 93 326 er, 825 makineli tüfek, 139 top, 1 284 araba ve 24 uçak idi. Yunan kuvvetlerinin, Anadolu'dan sökülüp atılması; 'Büyük Taaruz'umuzun sonrasında olmuştur. Fakat savaşın 'dönüm noktası', Sakarya Meydan Muharebesi'dir.
Sakarya öncesi: Yunan ordusunun, cephenin tümünü kapsayacak biçimde gerçekleştirdiği ve bizim, 'Eskişehir- Kütahya Bozgunu', olarak isimlendirdiğimiz ve orduyu, Sakarya Nehri'nin doğusuna çekmek zorunda kaldığımız savaş sonrasında; Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde, ciddi tartışmalar yaşandı.
Meclis içindeki Mustafa Kemal muhalifleri, bunu fırsat bilerek, Mustafa Kemal'i zora sokmak istediler ve 'Bizi buraya siz getirdiniz. O halde ordunun başına geçin ve kumandayı üstlenin', diye sıkıştırdılar. Mustafa Kemal; bu sıkıştırmayı, lehine çevirmeyi bilecektir. Bir sonraki yazımda, bunu anlatacağım.
Bugün