Faruk Bilgin kardeşimizin yönettiği programda Salı akşamları; Mahir Kaynak Hocamız, Oltan Evren Paşamız ve Hasan Köni kardeşimizle "güle oynaya" tartışıyoruz. Mahir Kaynak Hocamız; her taşın altında "yabancı bir güç" görüyor. (Kim bilir belki de haklıdır.) Oltan Evren Paşamız; her konuyu ciddiyetle çalışıp ortaya koyuyor. Hasan Köni kardeşimiz; dış basını iyi izlediği için güzel açılımlar yapıyor. Ben de bu değerli konuşmacılara ayak uydurmaya çalışıyorum. Umarım bizim aldığımız keyfi; bizi izleyenler de alıyorlardır...
Türkiye IMF ile yollarını ayırınca; konunun güncelliği nedeniyle o haftaki programımıza bu konuyu da aldık. (Her programda birkaç farklı konuyu ele alırız.)
Önce; Türkiye'nin daha doğrusu hükümetimizin; IMF "dayatmalarına" boyun eğmesini değerlendirdik. Hepimizin ortak düşüncesi Türkiye'nin bu tutumunun doğru bir tutum olduğu idi. Fakat IMF'nin durumunu doğru değerlendirmemiz gerektiği konusunu da özellikle ve önemle vurguladık.
Bugün; bu konudaki düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
x x x
Mensubu olduğum; İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi "Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi Bölümü"nde (eski adı "Siyaset İlmi Kürsüsü" idi); asistanlığımdan başlamak üzere birbirinden farklı 14-15 ders verdim. Böylesine çok sayıda ve farklı dersler vermemin nedeni; o zamanlar "kürsümüzün" eleman sayısının çok az, fakültedeki "Siyasi İlimler Bölümü"nün vermek zorunda olduğu ders sayısının çok fazla olması idi. Ve bu koşullar altında; "Uluslararası Örgütler"den "Siyasal Tarih"e kadar; "Siyasal Düşünce"den "Siyaset Bilimine Giriş"e kadar; "Uluslararası Politika"dan "Siyaset Sosyolojisi"ne kadar; "Sosyal Psikoloji"den "Türkiye'nin Siyasal Yapısı"na kadar vs. sayısız derse girdim. Fakat bu arada; iktisattan hiç uzaklaşmadım. Zaten bizim fakültenin o zamanki doktora yönetmeliğine göre; hangi konuda tez yazarsanız yazın; "iktisat doktoru" unvanını alıyordunuz. Tabii bunun için de; fakültenin o zamanki "baba hocaları" karşısında; "felaket" bir sözlü sınav vermemiz gerekiyordu. Bu sözlü sınav; "merkez bina"nın ünlü "doktora salonunda" kalabalık bir izleyici önünde olurdu ve çoğu kez bir "kıyıma" ya da "katliama" (!) dönüşürdü.
Neyse; bunlar artık çok geride kaldı. (Ama doğrusu; zaman zaman bir karabasan gibi anımsamıyor da değilim...) Fakat bunları anlatmamın nedeni; hiçbir zaman iktisat biliminin uzağında kalmama konusundaki kararlılığımı sizlerle paylaşmak. Zira son yıllarda "gidişatıma" bakıyorum da; çoğunlukla beni "tarihçi" olarak değerlendiriyorlar.
Tarihe ve tarihçilere elbette büyük saygı duyuyorum ama ben tarihçi değilim. Hatta amatör bir tarihçi bile sayılmam. Ben; iktisat kökenli bir sosyal bilimciyim ve zaman zaman bunu anımsamak ve anımsatmak istiyorum.
x x x
IMF konusuna geri dönersek; "International Money Found" yani "Uluslararası Para Fonu" kimilerinin zannettiği gibi "para ticareti yapan" bir banka değil; ABD'nin küresel mali politikalarını düzenleyen emperyalist bir ekonomik örgüttür.
IMF'nin kapısına giderek borç isteyen ülkeler; aslında büyük tutarlar almazlardı. Fakat IMF'nin bir ülkeye borç para vermesi; o ülkenin "kredibilitesini" ya da "borç verilebilirliğini" artırırdı ve o ülkeler başka finans kuruluşları ve bankalardan kolay borç alabilirlerdi. Fakat IMF kendinden borç isteyen bir ülkeye kolay borç vermezdi. Borç vermeden önce; o ülkenin nasıl bir ekonomi politikası izlemesi konusundaki "direktiflerini" belirtirdi. Ve daha sonra bu direktifler çerçevesinde uzun ve sert tartışmalar yaşanırdı. Bana sorarsanız; bu pazarlıklar IMF açısından salt bir tiyatro olmaktan ileri gitmezdi.
Özellikle "gelişmekte olan ülkeler" için IMF'nin kapısını çalmak; nerdeyse kaçınılmaz bir "kader" idi. Zira dış ticaret açıkları ve bütçe açıkları nedeniyle; şiddetle dış borca ihtiyacı olan bu tür ülkelerin maliyecilerinin çalacakları ilk kapı "IMF" kapısı olurdu.
Zaten eğer bu kapı açılmazsa; diğer kapıların açılması söz konusu bile olmazdı. O günler; IMF'nin "güzel günleri" idi...
x x x
IMF "reçetelerinin" kolayına değişmez bazı ilkeleri vardı. Borç isteyen; genellikle az gelişmiş ülkelerin; ciddi bir devalüasyon yapması; ücretleri sabit tutarak enflasyon karşısında erimelerinin sağlanması; tarım kesiminde taban fiyatı uygulaması vb. gibi iyileştirici yollara başvurulmaması ve bütçe disiplini gibi direktifleri olurdu. Demokrasinin işlediği ülkelerde; bu türden direktiflere itibar edilemeyeceği çok açıktır. Hangi demokratik ülke işçilerinin sendikalaşması ve grev hakkını kaldırabilir?..
Ve bu nedenle; IMF'nin en "değerli" (!) bulduğu ülkeler demokrasisini rafa kaldıran "diktatörlükler" olurdu. Ama artık müşteri bulmakta zorlanıyor. Zira "dayattığı" politikalar hiçbir ülkede "dertlere derman olmadı..."
x x x
AK Parti hükümeti IMF ile yolları ayırdı ama acaba "IMF'nin dayatmalarına" yani Sayın Kemal Derviş'in oluşturduğu ekonomi modeline noktayı koyabildi mi?
Sanmıyorum...
Bugün