Bugün İslamiyet ve demokrasi çerçevesindeki konuları ele alacağım. Daha doğrusu; iyi bir Müslüman'ın demokrasiyle olan ilişkisini değerlendireceğim.
Konunun ayrıntılarına girmeden, şunu vurgulamak isterim ki İslamiyet'le demokrasi arasında, hiçbir uyuşmazlık yoktur ve iyi bir Müslüman pekâlâ iyi bir demokrat olabilir. Hatta bir adım daha ileri giderek, şunu söyleyebilirim ki iyi bir Müslüman'ın, iyi bir demokrat olması gerekir.
Burada vurgulamak istediğim ikinci bir konu daha var. Genel olarak dinle ve özel olarak da İslamiyet'le ilgili konularda kendimi "yetkisiz" sayarım ve bu konulara İslami bilimler açısından girmeyi hiç sevmem. Fakat bir de dinin toplumbilimsel yapısı var ki kırk küsur yıldır toplumsal bilimlerde at koşturan bir öğretim üyesi olarak bu konularda söyleyebileceğim ve söylemem gereken bir şeyler vardır.
x x x
Çok farklı demokrasi anlayışları ve gene çok farklı demokrasi uygulamaları olduğunu defalarca ve defalarca yazdım. Bu bakımdan bugün o konuya hiç girmek niyetinde değilim. Zaten çağlar boyunca "yaygın demokrasi anlayışı" da büyük değişiklikler göstermiştir.
Demokrasi sözcüğünün eski Yunanca'dan geldiği ve "demos" (halk), "kratos" (yönetim) sözcüklerinin birleşmesiyle oluşan bir sözcük olduğu ve "halkın yönetimi" anlamına geldiği bilinir. Zaten bu nedenle Yunanistan, "demokrasinin beşiği", olarak değerlendirilir. Fakat bu değerlendirme abartılı bir değerlendirmedir. Zira Yunan sitelerinde sadece "vatandaşların" siyasal hakları vardı. Toplumun yüzde 95'ini oluşturan "köleler" ve sadece ticaret hakkı bulunan "metek"lerin (metoik) hiçbir siyasal hakları yoktu. Kaldı ki vatandaşların katılabildikleri demokratik süreç de "seçime" değil "kur'raya" dayanmaktaydı.
Neyse bunlar apayrı şeyler...
Günümüz "özgürlükçü demokrasi anlayışı" feodalizmin yıkılmasından sonra Avrupa'da palazlanmaya başlayan bir anlayıştır. Zaten feodaliteyi yıkan güç de birkaç yüzyılda ete kemiğe bürünen "burjuvazi"dir. Ticaretin yaygınlaşmasıyla zenginleşen ve "kentte" (burg), yaşadığı için "burjuva" adı verilen bu insanlar; herhangi bir soyluluğu olmayan toprak mülkiyetinden yoksun insanlardı. Fakat hızla zenginleşince "yönetimde" pay istediler. Zaten bilebildiğimiz tüm insanlık tarihi boyunca ekonomik güç kimde ise siyasal iktidardan da pay ister.
Fakat "Tanrısal" olduğu varsayılan feodal düzen içinde burjuvaziye yer yoktu. Tüm roller dağıtılmış ve "kimin", "nasıl" vb. yöneteceği belirlenmişti. İşte tarihin bu evresinde burjuvazi insanların "özgür ve eşitliği" esasına dayanan "aydınlanmayı" gündeme getirdi ve bu çerçeve içinde "meşru bir yönetimin" ancak ve ancak, halkın özgür iradesiyle gerçekleştirebileceği ilkesine sarıldı. Bu yaklaşım en basit anlamıyla; günümüz anlamında demokrasinin ve laikliğin başlangıcı idi.
x x x
Başlangıç döneminde Arap ve İslam dünyası, Batı'ya oranla demokrasiye çok daha yatkındı. Fakat Batı toplumları, kolayca demokrasiye geçer ve büyük bir teknik ilerlemeyle bugünkü ileri refah düzeylerine ulaşırken İslam toplumları bu sürecin dışında kalmışlardı. Bunu en veciz bir biçimde dile getiren Ziya Paşa olmuştu: "Diyar-ı küfrü gezdim beldeler, kâşaneler gördüm/Dolaştım Mülk-i İslami hep viraneler gördüm..."
Bu ekonomik ve siyasal farklılığın nedenini açıklamak, pek kolay olmuyor. Zira İslamiyet, ortaya çıktığı zaman Arap dünyasında, içinde mücadele etmek zorunda olduğu güçlü bir imparatorluk yoktu. Buna karşılık Hıristiyanlık, Roma'da ortaya çıkmış ve müthiş ödünler vermek zorunda kalmıştı. İslamiyet, Hıristiyanlığın tam tersine "dil, ırk, cins, renk farkı tanımama", "geniş bir hoşgörü", "vicdan özgürlüğü" "servet farklarının azaltılması" gibi erdemleriyle, büyük imparatorlukların kurulmasına temel oldu. İslam imparatorluğunun sınırları, İspanya'dan, Endonezya'ya kadar genişledi. Daha sonra; Osmanlılar, bu sınırları Orta Avrupa'ya, Viyana kapılarına kadar taşıdılar.
Avrupa; Eski Yunan felsefesindeki "akılcı" (rational) insanı unutmuşken Yunan düşüncesi İslam medreselerinde okutuluyordu. Zaten Avrupa, o pek beğendiği Yunan filozoflarının eserlerinin çoğunu Arapça'dan tercüme ederek öğrenmişti.
"Hoşgörü" (tolerans) ve "vicdan özgürlüğü" demokrasinin önemli erdemleri olarak, karşımıza çıkar. Oysaki bu erdemler İslam devletinin ana temellerinden biriydi. Hiçbir İslam devleti "ihtida", (din değiştirmek) için kitle kıyımı yapmamıştır.
Bu türden örnekleri çoğaltmak mümkün. Fakat fazla uzatmadan, şu kadarını söyleyelim ki demokrasinin dayadığı temel prensiplerden tümü İslamiyet'te vardır. Peki, o zaman şu soru yeniden akla geliyor. Elli küsur İslam devleti arasında demokrasiyi "eksikli" de olsa neden sadece Türkiye uygulayabiliyor?
Bunun tarihsel ve teknik nedenleri vardır ama İslamiyet'in ilkeleri bunlar arasında değildir.
x x x
Bu konuda son olarak söylemek istediğim şey, İslamiyet'in temel kaynaklarında İslam toplumunun nasıl yönetilmesi gerektiğine dair, tek satır yoktur. Bu bakımdan "İslam şeriatı düzeni" diye bir düzen de yoktur. Bu anlayış "uydurma" bir anlayıştır. Ve bunun en net kanıtı farklı şeriat düzeni iddialarıdır.
Bugün