Kabataş Lisesi; gençliğimizin İstanbul'undaki en önemli birkaç liseden biriydi. Sanıyorum bir süre önce; kısa bir süre için sorunlar yaşamış ve savrulmuş. Fakat hızla toparlanmış ve şimdi İstanbul'un en değerli okullarından biri olmuş.
Konferansı memnuniyetle kabul ettim ve "Demokrasi ve Gençlik" konulu bir konferans yapmak üzere; geçtiğimiz hafta Kabataş Lisesi'ne gittim. Ve çok mutlu ayrıldım.
x x x
12 Eylül öncesinde; müthiş politize bir gençliğimiz vardı. Kimileri çok kızardı ama kendi adıma ben gençlerimizin ülke sorunlarına böylesine ilgi duymalarını çok yararlı görürdüm. Zaman zaman yurtdışında yaşadım. Özellikle; Amerikalılar'ın "teenage" dedikleri yaşlardaki gençleri izledim. Malum "teenage" denilen yaş; 13 (thirteen) ile 19 (nineteen) arasındaki yaştır ve genellikle ortaöğretim çağıdır. Ve belli bir "doygunluk" içinde olan ve ülkelerinin sorunlarına fazla ilgi duymayan gençlerin; nasıl bir "arayış" içinde olduklarını ve ne tür sorunlar yaşadıklarını üzüntüyle gözlemledim.
"Uyuşturucu" ve "seks" gibi uçurumlarda çırpınan gençlerin aslında her türlü alt yapısı vardı. Sağlıklı sporcu ve pırıl pırıl gençlerin tek eksiği "sorumluluk duygularıydı." Benzer şeyleri; Avrupa'nın gittiğim ülkelerinde de (özellikle Almanya'da) yaşadım. Toplumsal olarak her şeyleri sağlanmış; pırıl pırıl gençler. Ama bitmeyen bir "arayışları" var...
Yaygın bir yanlışlık vardır. Türkiye'nin her şeyini eleştirmeyi ve küçümsemeyi "marifet sayan" kimileri; "Batı"nın gelişmiş ülkelerinin pek çok şeyi gibi ortaöğretimini de yere göğe sığdıramazlar. (Doğrusu büyük yatırım gerektiren yükseköğretim için fazla bir şey söylemek istemiyorum.) Fakat bu duygu ve düşünceleri acaba ne derece doğrudur?
Batı'nın "seçimlik ders" ilkesini kabul eden ülkelerinde ve özellikle ABD'de; bu sistem öylesine dejenere olmuştur ki; okuma yazması olmayan lise mezunlarına rastlayabilirsiniz. Almanya ve Fransa'da yüzde 10-15'i geçmeyen bir grup; gerçekten çok üst düzey eğitim alırken geniş kitleler; bizim aynı yaşlardaki öğrenci gençlerimizle mukayese bile edilmeyecek bir bilgi düzeyindedirler. Ama biraz yukarıda da vurguladığım gibi; bizden birileri Batı'nın eğitim düzeyini yere göğe sığdıramazlar ve bizim eğitim sistemimizi yerden yere vurmayı marifet sayarlar.
x x x
Evet Kabataş Lisesi'nde "Gençlik ve Demokrasi" başlıklı konferansımdan sonra öğrencilerin sorularını yanıtlamaya çalıştım. Aslında son üç-beş yılda Kabataş Lisesi'ne birkaç kez gitmiş ve benzer konferanslar vermiştim ama bu son konferansımdan duyduğum memnuniyeti hiç duymamıştım. Üstelik bana yöneltilen sorulardan bir bölümünün soru olmaktan çok eleştiri olmasına rağmen...
Aslında yöneltilen sorulardan da sınırlı eleştirilerden de memnun oldum ama kimi çocuklarımızın konulara "at gözlüğüyle" bakmaları beni rahatsız etti. Genç insanın temel özelliklerinden biri bildiklerinin doğru olduğu konusunda bir kuşkusu olmamasıdır. Zaten gençlikteki hataların mazur görülmesinin temel nedenlerinden biri budur. Fakat böylesine iyi koşullarda ve olanaklarla yetiştirilmeye çabalanan bir kısım gençlerimizin daha demokrat ve daha hoşgörülü olmalarını beklerdim. Doğrusu Ergenekon diye isimlendirilen Silivri yargılamalarına falan girmedik ama eminim eğer girseydik bu çocuklardan bir bölümü oradaki insanların tümünün "suçsuz" olduğunu düşünüyor gibiydiler.
Silivri'de yargılanan bazı eski arkadaşlarım için "üzülmüyorum" desem doğru söylememiş olurum. Hele bir anlamda tutuksuz yargılanan kimi üst düzey kumandanlarımızın kaderi; inanın içimi acıtıyor. Ama beklemekten ve yargılama sonuçları konusunda umutlu olmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yok. Kimi okurlarımı kızdırmak bahasına Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan'a sevgiler gönderiyorum. (Dışarıdayken yaptıkları tüm hatalara rağmen...)
x x x
Evet Kabataş Lisesi'nin bana soru yönelten öğrencilerinden bazıları tek yanlı bir propagandanın etkisi altında gibiydiler. (Artık bu propagandayı kim yapıyorsa...)
Bu çocuklarımız; insanların "ötekine" de saygı duymaları gereğini unutmuş gibiydiler. "Eğer bizden değilsen düşmanımsın..." gibisinden bir havaları olduğunu hissettim. İnsanlarda farklılığa karşı "hoşgörü" olunabileceğine inanmıyor gibiydiler. Soru soranlar arasında ciddi bir azınlık olmalarına karşın onlar için "hoşgörülü" olmak demek; "satılmış" olmak ya da hafif bir deyimi ile "taraf değiştirmiş" olmak demekti.
Acaba "empati" olmaksızın yani bir insanın kendini karşısındakinin yerine koymaksızın nasıl yaşanır anlamak mümkün değil. Ancak bu türden tüm endişelerime karşın; bu çocuklarımızın ülke sorunlarına olan ilgileri beni çok memnun etti...
X x x
Bu konuda son olarak "hoşgörü"nün yeniden anımsatılmasında yarar görüyorum. Hoşgörü demek; bir insanın kendinden farklı düşünceleri olan, farklı bir yaşam tarzı olan, farklı inançları ve değerleri olan insanlara karşı "sevecen" bir tahammül göstermesi demektir.
Kimi "kompleksli tipler" hoşgörüye karşı çıkarlar. "Sen kendini ne zannediyorsun ki bana hoşgörülü oluyorsun" derler. Onları da Allah'a havale etmemiz gerekir...