Zaten yaşamımı, da bu çerçeve içinde kurdum. Fakat öğrencilik ve gençlik dönemlerimde beni rahatsız eden bir konu, daha doğrusu, kafamda bir sorun vardı. Toplumsal bilimler alanında çalışmaya niyetliydim ama, acaba bu toplumsal bilimler, 'bilim' sayılabilir miydi?
'Bilim' denildiği zaman; akla gelen şey, bir laboratuvar ve bu laboratuvarda sürekli denenen konular ve sonunda ulaşılan, 'yasalar' oluyordu. Toplumsal alanda, o olanaktan yoksunduk. Daha doğrusu; o zamanlar, öyle düşünüyordum.
Fakat zaman içinde; toplumsal bilim alanınsa da, bilim insanının, aynen doğal bilimlerle olduğu gibi, bir 'yöntemi' olması gerektiğini; konulara, 'kuşkuyla' yanaşması gerektiğini ve belli 'varsayımlardan', yola çıkacağını anladım. Ve sürekli sınamalar sonucunda, 'yasalara' ulaşılamasa bile; belli 'eğilimlere' (temayül), ulaşılabileceğini ve bunun da, 'önemli' ve 'değerli' bir şey olduğunu anladım.
Bizim laboratuvarımız; bizatihi, toplumun kendisiydi. Biz; toplumu, bir laboratuvar olarak kullanıyorduk. Ve buradaki yöntemimiz, 'karşılaştırma'; yani, eski deyişiyle, 'mukayese' idi. Bu karşılaştırmayı, hem zaman ve hem de mekan açısından yapıyorduk.
Zaten toplumsal bilimlerde, bu türden mukayeseler dışında yapabileceğimiz pek bir şey de yok...
***
Bir gazete yazısı için, bu ağır başlangıcı kaleme almamın nedeni; son dönemde, dillerden düşmeyen 'kriz kavramını', kafalarımızda mümkün olduğunca netleştirmek. Zira,öyle yoğun bir biçimde krizden söz ediliyor ki; kriz çıkmayacak olsa bile, çıkacak.
İşe, önce krizin ne demek olduğunun açıklanmasıyla, başlamak istiyorum. Kapitalist bir ekonomide kriz; en basit deyişle, ulusal gelirin azalması demektir. ve bu ulusal gelirin azalmasına neden olan sorun da; genellikle, toplam talebin azalmasıdır. Talep azalınca, firmalar üretimlerini kısmak zorunda kalırlar. Bu durumda da, işsizlik baş gösterir. İşsiz sayısı arttıkça, çarşı-pazarda alışveriş azalır ve işsizliğe ek olarak, iflaslar başlar. Dükkanlar, peş peşe kapanır ve bunun sonucunda, hem işsiz sayısı artar, hem de piyasalarda para dönmez olur. Çek ve senetler ödenmeye başlar, velhasıl ekonomi çöker.
***
Geçtiğimiz yılın son çeyreğinde, ABD'de böyle bir kriz patlak verdi.
Bu derece olmamakla birlikte, benzer bir kriz, 1980'lerde de yaşanmıştı. Ancak 1929'da yaşanan kriz, bunların hepsinden daha yıkıcı idi.
ABD finans kesiminde, bir takım bankalar ve bazı finans kurumları, bol keseden kredi dağıtmaya başladılar. Kredi verdikleri insanların, geri ödeme gücünü hiç düşünmediler. Ve borçlandırdıkları insanların borç belgelerini, başka aracı kurumlara sattılar.
Hepsinin derdi, 'kazanmak' idi. Kredi alan ve çoğu kez, 'gariban' kişiler; bir süre için, o kredinin refahını yaşıyorlardı. Kredi veren ve bu belgeleri alan ikinci finans kurumları ise, kazançlarına bakıyorlardı. Fakat sonunda, 'deniz tükendi' ve krediler, geri gelmemeye başladı. Bankalar, peş peşe iflas etmeye başladılar. ABD hükümeti, çaresiz kalmıştı. Zira Temsilciler Meclisi, (Demokrat ve Cumhuriyetçi ayrımı olmaksızın), buna karşı çıkıyordu. Sonunda, bankaları epey 'inlettikten' sonra, kurtarma operasyonları başladı.
Bakalım, sonuç ne olacak...
***
ABD'deki bu kriz, kısa sürede Avrupa'ya sıçradı. Çünkü, ABD bankalarının borç senetlerini alanlar arasında, Avrupa'nın büyük bankaları ve nispeten küçük finans kuruluşları vardı. Bizden birilerinin de, bu 'furyada', ciddi paralarının battığı söyleniyor...
Hükümet, biraz iyimser bir yaklaşımla; krizden az etkileneceğimizi dile getirince, kıyamet koptu. (Acaba Sayın Erdoğan, 'teğet geçecek' derken, ne derece etkileneceğimizi düşünüyordu?) aslında, 'etkilenmemek' mümkün değildi ama, acaba bu etkilenme bir kriz boyutuna ulaşacak mıydı? Yoksa, sınırlı mı kalacaktı?..
Aslında, kriz olduğu inanç ve düşüncesi, krizi 'azdırır'. Hükümetin tutumu, biraz da bununla açıklanabilir. Fakat, IMF'nin dayattığı koşullara yanaşmayınca, iş sürüncemede kaldı. Ve ilginç olan husus; IMF'nin, 'kemer sıkma' politikasından, en çok etkilenecek olan dar gelirlilerin de, biraz da 'medya' etkisiyle, IMF ile anlaşma yapılmamasını eleştirmesi oldu.
***
Günümüz Türkiye'sinde; elbette, ciddi ekonomik sorunlar yaşanıyor.
Özellikle işsizlik, pek çok insanımızın belini büküyor. Fakat bu ülkede, öyle krizler yaşandık ki; günümüzde çekilen sıkıntılar, ne denli ağır olursa olsun, o krizlerin yanında, güllük gülistanlık kalır.
Örneğin; 1970'li yıllarda çay, kahve, margarin, tüp gaz vb kuyruklarında ömür tüketen neslin günümüzdeki uzantıları, o günleri unuttu herhalde.
Kalorifer yakıtı olmadığı için, en soğuk kış günlerinde; kat, kat battaniyelerin altında uyurduk. Ülkemiz, biraz mecazi de olsa, '50 sente muhtaç', halde idi. Elektrikler kesilir, sular akmazdı...
Kriz, işte böyle olur.
Ve benim tüm gençliğim ve yaşamım; 'dışa bağımlı bir ekonomiyi', eleştirmekle geçmişken, şimdi, bu ekonomiyi kuranların söylediklerini duyduğumda, kulaklarıma inanamıyorum.