Anadil Son günlerde dillerden düşmeyen "Kürt açılımı" konusunda bir şeyler yazmadığımdan bahisle, eleştiren arkadaşlarım oldu.
Fakat son zamanlarda bu konuda çok yazdığım için aynı şeyleri tekrarlamamak istiyordum.
Çok kısa bir tatili de vesile ederek son aylarda bu konuda yazdığım üç yazıyı yeniden yayınlamaya karar verdim. Bugün 3 Mart tarihli yazımı yeniden yayınlıyorum. Önümüzdeki salı 21 Nisan tarihli yazım, perşembe günü de 25 Nisan tarihli yazım yayınlanacak.
Kürt açılımıyla ilgili görüşlerim yıllardır değişmedi ve sanıyorum önümüzdeki yıllarda da değişmeyecek.
Her ulusun tarihinde, utanç duyulması gereken sayfalar vardır. Bunların sürekli olarak dile getirilmesi, hoş olmayan ve bence, çok yanlış bir şeydir. Fakat, unutulmaması da gerekir. Bugün, yakın tarihimizdeki böyle bir utanç döneminden söz etmek ve bu dönemin, günümüze taşıdığı kimi travmaları ele almak istiyorum.
Ancak, bu konuya girmeden önce; yanlış anlaşılmalara meydan vermemek için, bir düşünce ve kanaatimi, bir kez daha dile getirmek istiyorum. Bence, Türkiye'de Türk olmak; "Türkiye Cumhuriyeti'ne, vatandaşlık bağı ile bağlı olmak ve anadili ne olursa olsun, resmi dilimiz Türkçe'yi, kamu yaşamımızda kullanmak" demektir. Ve bu anlayışım çerçevesinde; Türkiye'ye, vatandaşlık bağıyla bağlı olan ve hangi ırktan, hangi etnik gruptan gelirse gelsin; kamu yaşamında, Türkçe'yi kullanan herkesi, "1. sınıf" vatandaş sayarım ve "mutlak bir eşitlik" içinde görürüm. Ve elbette, başta Sayın Ahmet Türk olmak üzere, DTP'nin tüm milletvekillerini ve üst düzey yöneticilerini; etnik aidiyet ve duyguları ne olursa olsun, vatandaşlıktan kaynaklanan birer Türk olarak görürüm ve bu "1. sınıf vatandaşları" kendimle mutlak anlamda eşit olarak değerlendiririm.
Herhalde anlamışsınızdır. Konumuz DTP eşbaşkanı, Sayın Türk'ün; TBMM DTP grup toplantısında, konuşmasının bir bölümünü Kürtçe yapması. Kimi yorumlarda; bu konuşmanın, "büyük tepkilere" yol açtığı söyleniyorsa da; bence, büyük tepki falan olmadı. BBP'li gençlerinin, cılız bir gösterisi bir yana; insanlar, sokaklara da dökülmediler. Öyle anlaşılıyor ki; pek hoşa gitmese bile toplumumuz böylesine (bence) münasebetsiz bir çıkışı, olgunlukla karşılayacak düzeye ulaşmış.
Kimileri, ulaşmaktan uzak olsalar bile...
Fakat gene de, bir değerlendirme yapmamamız gerektiğini düşünüyorum. Zaten, bu konuşmanın yapıldığı, geçtiğimiz Salı gecesi, Samanyolu Haber TV'deki "Açı" programında, bu konuyu da değerlendirmiştik. Ben, "Herhalde Ahmet Türk'ün içinde kalmış, bir uktesi vardı" demiştim. Ve bir gün sonra yaptığı basın toplantısında Sayın Türk, şu "yakıcı cümleleri" dile getiriyordu: "...Ailelerimiz ziyarete geliyordu, başka dil bilmedikleri için Kürtçe konuşmak istiyordu. Ancak Kürtçe konuşmanın hem bize hem kendilerine yönelik baskı aracı olduğunu ve bu yüzden dayak yediğimizi bildikleri için Kürtçe konuşmuyorlardı. Biz buna rağmen bazen 'nasılsın anne' diyorduk; onların yüreği kırılmadan dönmelerini istiyorduk. Sonra da bunun için dayak yiyorduk. O zamanlar kendi kendime 'bir gün resmi bir toplantıda anadilimle konuşacağım' diye söz vermiştim..."
12 Eylül utanç döneminin o "unutulmaz" Diyarbakır Cezaevi'nde yaşanıyor bunlar. Ve kendi ifadesiyle, "Kürtçe konuştuğu için" dayak yiyen Ahmet Türk, bölgesinde çok etkili bir milletvekili...
O Diyarbakır Cezaevi, bence PKK terörünün, en ciddi nedenlerinden biridir. İnsanlar orada, öyle şeyler yaşamışlar ki; ölüm bile, bazen bir kurtuluş olarak görülebilmiş.
İlginç bir rastlantıyla, o günlerde bir başka CHP'li siyasetçinin, Sayın Nurettin Yılmaz'ın, "Yakın Tarihin Tanığıyım" başlıkla yayınladığı anılarını okumuştum. Şimdi o anılardan bazılarını sizlerle paylaşmak istiyorum: ...İri yarı bir asteğmen, arkadan kafama copla sert bir şekilde vurdu. Donumu aşağı indirmemi istediğinde kesin olarak reddettim. 3-4 gardiyan tarafından coplandım. Ve milletvekili ve avukatların bulunduğu 37 no'lu koğuşa konuldum. Milletvekilleri Ahmet Türk, Celal Paydaş, Mahmut Bucak ve avukat Şerafettin Kaya ile avukat Hüseyin Yıldırım vardı koğuşta...
...Bana Ahmet Türk'e, Celal Paydaş'a ve Hüseyin Yıldırım'a kötü muameleyi ilke edinmişlerdi.
Bizlere 7-8 metre uzunluğundaki ağır kalaslar taşıtıyorlardı. Bir ara genç tutuklulardan biri bana ve Ahmet Türk'e yardım etmek istedi. Bu sefer hem coplandık, hem de bize ikişer kalas taşıtılmaya başlandı...
...Bir gün kokmuş yemeği verdiler bize. Yemeği iade etsek cezalandırılırız diye, tuvalete dökmeye karar verdi koğuş sorumlusu. Yemeği tuvalete dökünce, alt kattaki tuvalet tıkandı. Beni, Ahmet Türk, Celal Paydaş ile Şerafettin Kaya'yı temizlemeye çağırdılar...
...'Kollarınızı sıvayın tıkanan tuvaletin pisliklerini ellerinizle çıkarıp, tuvaleti açın dediler. Celal Paydaş bizden biraz daha iriydi, biraz da saftı. O denedi. Başarılı olamadı. Ben ile Ahmet Türk de bu görüntüye güldük. Güldüğümüzü gören 'Azrailler' o pis suyu içme cezası verdiler. Tüm direnmemize rağmen, başarılı olamadık...
...Guantanamo'dan onlarca kat daha zordu...
TBMM çatısı altında yasal olarak Türkçe dışında bir dil kullanılması, mümkün değildir.Bunu, elbette Ahmet Türk de biliyordu. Zaten, "Bundan sonraki çalışmalarımı Türkçe yapacağım" açıklamasını yaparken, herhalde bunu düşünüyordu.
Evet, yasadışı bir durum söz konusudur ama insanları, bu türden davranışlara iten duygulara da, saygı göstermek gerektiğini düşünüyorum.
12 Eylül, bir utanç sayfasıydı. İzlerinin silinmesine uğraşmak gerek.
Yaranın kabuğunu kaldırmayalım...
Çok kısa bir tatili de vesile ederek son aylarda bu konuda yazdığım üç yazıyı yeniden yayınlamaya karar verdim. Bugün 3 Mart tarihli yazımı yeniden yayınlıyorum. Önümüzdeki salı 21 Nisan tarihli yazım, perşembe günü de 25 Nisan tarihli yazım yayınlanacak.
Kürt açılımıyla ilgili görüşlerim yıllardır değişmedi ve sanıyorum önümüzdeki yıllarda da değişmeyecek.
Her ulusun tarihinde, utanç duyulması gereken sayfalar vardır. Bunların sürekli olarak dile getirilmesi, hoş olmayan ve bence, çok yanlış bir şeydir. Fakat, unutulmaması da gerekir. Bugün, yakın tarihimizdeki böyle bir utanç döneminden söz etmek ve bu dönemin, günümüze taşıdığı kimi travmaları ele almak istiyorum.
Ancak, bu konuya girmeden önce; yanlış anlaşılmalara meydan vermemek için, bir düşünce ve kanaatimi, bir kez daha dile getirmek istiyorum. Bence, Türkiye'de Türk olmak; "Türkiye Cumhuriyeti'ne, vatandaşlık bağı ile bağlı olmak ve anadili ne olursa olsun, resmi dilimiz Türkçe'yi, kamu yaşamımızda kullanmak" demektir. Ve bu anlayışım çerçevesinde; Türkiye'ye, vatandaşlık bağıyla bağlı olan ve hangi ırktan, hangi etnik gruptan gelirse gelsin; kamu yaşamında, Türkçe'yi kullanan herkesi, "1. sınıf" vatandaş sayarım ve "mutlak bir eşitlik" içinde görürüm. Ve elbette, başta Sayın Ahmet Türk olmak üzere, DTP'nin tüm milletvekillerini ve üst düzey yöneticilerini; etnik aidiyet ve duyguları ne olursa olsun, vatandaşlıktan kaynaklanan birer Türk olarak görürüm ve bu "1. sınıf vatandaşları" kendimle mutlak anlamda eşit olarak değerlendiririm.
Herhalde anlamışsınızdır. Konumuz DTP eşbaşkanı, Sayın Türk'ün; TBMM DTP grup toplantısında, konuşmasının bir bölümünü Kürtçe yapması. Kimi yorumlarda; bu konuşmanın, "büyük tepkilere" yol açtığı söyleniyorsa da; bence, büyük tepki falan olmadı. BBP'li gençlerinin, cılız bir gösterisi bir yana; insanlar, sokaklara da dökülmediler. Öyle anlaşılıyor ki; pek hoşa gitmese bile toplumumuz böylesine (bence) münasebetsiz bir çıkışı, olgunlukla karşılayacak düzeye ulaşmış.
Kimileri, ulaşmaktan uzak olsalar bile...
Fakat gene de, bir değerlendirme yapmamamız gerektiğini düşünüyorum. Zaten, bu konuşmanın yapıldığı, geçtiğimiz Salı gecesi, Samanyolu Haber TV'deki "Açı" programında, bu konuyu da değerlendirmiştik. Ben, "Herhalde Ahmet Türk'ün içinde kalmış, bir uktesi vardı" demiştim. Ve bir gün sonra yaptığı basın toplantısında Sayın Türk, şu "yakıcı cümleleri" dile getiriyordu: "...Ailelerimiz ziyarete geliyordu, başka dil bilmedikleri için Kürtçe konuşmak istiyordu. Ancak Kürtçe konuşmanın hem bize hem kendilerine yönelik baskı aracı olduğunu ve bu yüzden dayak yediğimizi bildikleri için Kürtçe konuşmuyorlardı. Biz buna rağmen bazen 'nasılsın anne' diyorduk; onların yüreği kırılmadan dönmelerini istiyorduk. Sonra da bunun için dayak yiyorduk. O zamanlar kendi kendime 'bir gün resmi bir toplantıda anadilimle konuşacağım' diye söz vermiştim..."
12 Eylül utanç döneminin o "unutulmaz" Diyarbakır Cezaevi'nde yaşanıyor bunlar. Ve kendi ifadesiyle, "Kürtçe konuştuğu için" dayak yiyen Ahmet Türk, bölgesinde çok etkili bir milletvekili...
O Diyarbakır Cezaevi, bence PKK terörünün, en ciddi nedenlerinden biridir. İnsanlar orada, öyle şeyler yaşamışlar ki; ölüm bile, bazen bir kurtuluş olarak görülebilmiş.
İlginç bir rastlantıyla, o günlerde bir başka CHP'li siyasetçinin, Sayın Nurettin Yılmaz'ın, "Yakın Tarihin Tanığıyım" başlıkla yayınladığı anılarını okumuştum. Şimdi o anılardan bazılarını sizlerle paylaşmak istiyorum: ...İri yarı bir asteğmen, arkadan kafama copla sert bir şekilde vurdu. Donumu aşağı indirmemi istediğinde kesin olarak reddettim. 3-4 gardiyan tarafından coplandım. Ve milletvekili ve avukatların bulunduğu 37 no'lu koğuşa konuldum. Milletvekilleri Ahmet Türk, Celal Paydaş, Mahmut Bucak ve avukat Şerafettin Kaya ile avukat Hüseyin Yıldırım vardı koğuşta...
...Bana Ahmet Türk'e, Celal Paydaş'a ve Hüseyin Yıldırım'a kötü muameleyi ilke edinmişlerdi.
Bizlere 7-8 metre uzunluğundaki ağır kalaslar taşıtıyorlardı. Bir ara genç tutuklulardan biri bana ve Ahmet Türk'e yardım etmek istedi. Bu sefer hem coplandık, hem de bize ikişer kalas taşıtılmaya başlandı...
...Bir gün kokmuş yemeği verdiler bize. Yemeği iade etsek cezalandırılırız diye, tuvalete dökmeye karar verdi koğuş sorumlusu. Yemeği tuvalete dökünce, alt kattaki tuvalet tıkandı. Beni, Ahmet Türk, Celal Paydaş ile Şerafettin Kaya'yı temizlemeye çağırdılar...
...'Kollarınızı sıvayın tıkanan tuvaletin pisliklerini ellerinizle çıkarıp, tuvaleti açın dediler. Celal Paydaş bizden biraz daha iriydi, biraz da saftı. O denedi. Başarılı olamadı. Ben ile Ahmet Türk de bu görüntüye güldük. Güldüğümüzü gören 'Azrailler' o pis suyu içme cezası verdiler. Tüm direnmemize rağmen, başarılı olamadık...
...Guantanamo'dan onlarca kat daha zordu...
TBMM çatısı altında yasal olarak Türkçe dışında bir dil kullanılması, mümkün değildir.Bunu, elbette Ahmet Türk de biliyordu. Zaten, "Bundan sonraki çalışmalarımı Türkçe yapacağım" açıklamasını yaparken, herhalde bunu düşünüyordu.
Evet, yasadışı bir durum söz konusudur ama insanları, bu türden davranışlara iten duygulara da, saygı göstermek gerektiğini düşünüyorum.
12 Eylül, bir utanç sayfasıydı. İzlerinin silinmesine uğraşmak gerek.
Yaranın kabuğunu kaldırmayalım...