Gençliğimizde kimi köşe yazarları pek suya sabuna dokunmadan anılarıyla idare ederlerdi.
"Yahu bunların başka konularda fikri yok mu" diye düşünür ve fena halde kızardık. Fakat atalarımız ne demiş? "Büyük lokma ye, büyük laf söyleme..." Şimdi ben de o çok eleştirdiğim köşe yazarlarına benzedim gibime geliyor. Önümdeki ufak tefek taşları görmekten; büyük sorunlara değinme konusunda ciddi yetersizlikler yaşıyorum.
Gene bu arada; toplumsal bilimler konusundaki yaklaşımımı yeniden anımsatmak istiyorum. Zira, özellikle genç toplumsal bilimciler "Sizin yaptığınız bilim değil, çünkü laboratuvarınız yok ve yasalara ulaşamıyorsunuz. O onu demiş, bu bunu demiş, diyerek dedikodu yapmaktan öte geçemiyorsunuz" diyen doğal bilimcilerin eleştirilerinden sıkılmış durumdalar.
Toplumsal bilimlerin değeri
Doğal bilimciler toplumsal bilimcileri "Sizin laboratuvarınız yok" diye eleştirirler ama, bizim de pekâlâ bir laboratuvarımız vardır: Toplumun bizatihi kendisi...
Gerçekten toplumsal bilimciler toplumu bir laboratuvar olarak kullanır ve mukayeselerle (karşılaştırmalarla) sonuca ulaşırlar. Bu sonuç her zaman ve her yerde geçerli olan bir "kanun" (yasa) olmaz ama, her zaman aynı ya da benzer sonuçların elde edilmesi, belirli "temayülleri" (eğilimleri) gösterir ki, bu da son derece önemli bir şeydir.
Ancak insanların ve toplumların "unutkanlıkları" kimi zaman ortaya sinir bozucu şeyler çıkartır ki, maalesef bunun çaresi yoktur.
İnsanların bir karşılaştırma yapabilmeleri için, eskiyi anımsamaları gerekir. Eğer insanlar geçmişi anımsamazlarsa "değişimi" ya da "gelişimi-gerilemeyi" nasıl fark ederler?
İstanbul'un trafik kepazeliği ve köprülerdeki onarım
Asya ve Avrupa'yı birbirine bağlayan Fatih Sultan Mehmet Köprüsü ile Haliç Köprüsü'nde, aynı anda onarım çalışmalarının başlaması ve en az ikişer üçer şeritin araç trafiğine kapatılması, gerçekten inanılmaz zorluklar ortaya çıkardı. Ben hâlâ eve mahkum olduğumdan (bu sıcaklarda fazla şikayetçi olmamam gerek) televizyon haberleri ve bu işkenceyi yaşayanların anlattıklarıyla bilgi sahibi oluyorum.
Televizyonlardan gördüğüm kadarıyla, özellikle TIR'ların bir kıtadan diğer kıtaya geçişleri saatlerce sürüyormuş ve tabii herkes şikayetçi ve isyan halinde...
Benim gençliğimde kıtalar arasında köprü yoktu. Otomobil ve hafif vasıtalar Kabataş'tan Üsküdar'a arabalı vapurla geçerlerdi. İstinye ile Kanlıca arasında da günde iki üç sefer yapan arabalı vapur vardı. Kamyonlar da Eminönü'nden Harem'e geçerdi. (O dönemde TIR'lar henüz çoğalmamıştı.)
Otomobille karşıya geçmek için kimi zaman saatlerce beklenebilirdi ama, kamyonların karşıya geçmesi tam bir kepazelikti. O zamanlar Aksaray Atatürk Bulvarı'ndaki "baba evi"nde otururdum. Sirkeci'de başlayan sıra sahil yolundan Yedikule'ye kadar uzanırdı. Ve bizim evin balkonundan, o kamyonların hareketlerini (ya da hareketsizliklerini) görürdük.
Kamyon şoförlerinin bazıları kuyrukta iki üç gün beklediklerini anlatırdı. Seyyar satıcılara gün doğmuştu. Zaten bu koşullar yeni seyyar satış süjeleri ortaya çıkarmıştı. Yatak yorgan satışları müthiş müşteri buluyordu. Köfteciler, turşucular, poğaçacılar, sabahları simitçiler ve günün her saatinde müşterisi olan balıkçılar...
Unutkan olunmasa
İstanbul'un trafik kepazeliğini elbette aklamaya çabalamayacağım. Alınabilecek önlemler, yeni yeni gündeme geliyor. Ama gençliğimdeki o günlerce süren kamyon sıralarını ve kamyonların yanında ya da içinde uyumaya çabalayan şoförleri düşündükçe, köprü önünde 3-4 saat beklemenin, daha "katlanılabilir" bir durum olduğu anlaşılabilir. Dünyanın değiştiği, her şeyin kolaylaştığı söylenebilir. Fakat bunları da unutmamak gerekir.
Eğer geçmişte yaşanan bu rezillikler unutulmamış olsa; köprünün ağzında saatlerce bekleyen sürücüler, gene isyan ederler ama bu isyanlarının bir ölçüsü olur. Şimdi bakıyorum da sorumlu tuttukları siyasetçilerden olmadık taleplerde bulunuyorlar.
Bunu salt köprü konusunda değil, yaşamın her alanında görmekteyiz. Elbette daha iyisini isteyeceğiz; elbette mukayeselerle kendimizi avutmayacağız. Ama geçmişi de unutmamak gerek. Hele yakın geçmişi...
Gene bu arada; toplumsal bilimler konusundaki yaklaşımımı yeniden anımsatmak istiyorum. Zira, özellikle genç toplumsal bilimciler "Sizin yaptığınız bilim değil, çünkü laboratuvarınız yok ve yasalara ulaşamıyorsunuz. O onu demiş, bu bunu demiş, diyerek dedikodu yapmaktan öte geçemiyorsunuz" diyen doğal bilimcilerin eleştirilerinden sıkılmış durumdalar.
Toplumsal bilimlerin değeri
Doğal bilimciler toplumsal bilimcileri "Sizin laboratuvarınız yok" diye eleştirirler ama, bizim de pekâlâ bir laboratuvarımız vardır: Toplumun bizatihi kendisi...
Gerçekten toplumsal bilimciler toplumu bir laboratuvar olarak kullanır ve mukayeselerle (karşılaştırmalarla) sonuca ulaşırlar. Bu sonuç her zaman ve her yerde geçerli olan bir "kanun" (yasa) olmaz ama, her zaman aynı ya da benzer sonuçların elde edilmesi, belirli "temayülleri" (eğilimleri) gösterir ki, bu da son derece önemli bir şeydir.
Ancak insanların ve toplumların "unutkanlıkları" kimi zaman ortaya sinir bozucu şeyler çıkartır ki, maalesef bunun çaresi yoktur.
İnsanların bir karşılaştırma yapabilmeleri için, eskiyi anımsamaları gerekir. Eğer insanlar geçmişi anımsamazlarsa "değişimi" ya da "gelişimi-gerilemeyi" nasıl fark ederler?
İstanbul'un trafik kepazeliği ve köprülerdeki onarım
Asya ve Avrupa'yı birbirine bağlayan Fatih Sultan Mehmet Köprüsü ile Haliç Köprüsü'nde, aynı anda onarım çalışmalarının başlaması ve en az ikişer üçer şeritin araç trafiğine kapatılması, gerçekten inanılmaz zorluklar ortaya çıkardı. Ben hâlâ eve mahkum olduğumdan (bu sıcaklarda fazla şikayetçi olmamam gerek) televizyon haberleri ve bu işkenceyi yaşayanların anlattıklarıyla bilgi sahibi oluyorum.
Televizyonlardan gördüğüm kadarıyla, özellikle TIR'ların bir kıtadan diğer kıtaya geçişleri saatlerce sürüyormuş ve tabii herkes şikayetçi ve isyan halinde...
Benim gençliğimde kıtalar arasında köprü yoktu. Otomobil ve hafif vasıtalar Kabataş'tan Üsküdar'a arabalı vapurla geçerlerdi. İstinye ile Kanlıca arasında da günde iki üç sefer yapan arabalı vapur vardı. Kamyonlar da Eminönü'nden Harem'e geçerdi. (O dönemde TIR'lar henüz çoğalmamıştı.)
Otomobille karşıya geçmek için kimi zaman saatlerce beklenebilirdi ama, kamyonların karşıya geçmesi tam bir kepazelikti. O zamanlar Aksaray Atatürk Bulvarı'ndaki "baba evi"nde otururdum. Sirkeci'de başlayan sıra sahil yolundan Yedikule'ye kadar uzanırdı. Ve bizim evin balkonundan, o kamyonların hareketlerini (ya da hareketsizliklerini) görürdük.
Kamyon şoförlerinin bazıları kuyrukta iki üç gün beklediklerini anlatırdı. Seyyar satıcılara gün doğmuştu. Zaten bu koşullar yeni seyyar satış süjeleri ortaya çıkarmıştı. Yatak yorgan satışları müthiş müşteri buluyordu. Köfteciler, turşucular, poğaçacılar, sabahları simitçiler ve günün her saatinde müşterisi olan balıkçılar...
Unutkan olunmasa
İstanbul'un trafik kepazeliğini elbette aklamaya çabalamayacağım. Alınabilecek önlemler, yeni yeni gündeme geliyor. Ama gençliğimdeki o günlerce süren kamyon sıralarını ve kamyonların yanında ya da içinde uyumaya çabalayan şoförleri düşündükçe, köprü önünde 3-4 saat beklemenin, daha "katlanılabilir" bir durum olduğu anlaşılabilir. Dünyanın değiştiği, her şeyin kolaylaştığı söylenebilir. Fakat bunları da unutmamak gerekir.
Eğer geçmişte yaşanan bu rezillikler unutulmamış olsa; köprünün ağzında saatlerce bekleyen sürücüler, gene isyan ederler ama bu isyanlarının bir ölçüsü olur. Şimdi bakıyorum da sorumlu tuttukları siyasetçilerden olmadık taleplerde bulunuyorlar.
Bunu salt köprü konusunda değil, yaşamın her alanında görmekteyiz. Elbette daha iyisini isteyeceğiz; elbette mukayeselerle kendimizi avutmayacağız. Ama geçmişi de unutmamak gerek. Hele yakın geçmişi...