Birisi için kolayca; "iyi adam" ya da "kötü adam" deyiverirler. Söz konusu adamı çok tanısalar da böyle bir değerlendirme yapmaları pek doğru değildir; az tanısalar da. Hele az tanıdığınız ve bildiğiniz bir insan hakkında hüküm vermek büyük haksızlıktır. Hele hele; "klişeleşmiş bir sıfatla" anmak düpedüz münasebetsizliktir.
İnsanları kolay kolay değerlendirmem. Zira çok kötü bilinen insanların bile iyi tarafları olabileceğine inanırım. Aynı biçimde çok iyi bilinen ve "yere göğe sığdırılamayan" insanların bazı kötü tarafları olabileceğini düşünürüm. Ve bu nedenle; insanları değerlendirir ve kuşkumu da dile getirdikten sonra bir hüküm verirken; "mülahazat hanemi" hep boş bırakırım. Zaten atalarımız (ya da her kimse) ne demiş? "Yaratılanı severim Yaratan'dan ötürü..."
Ve tüm bu dile getirdiklerimin ışığı altında; bir insan ya da bir konuda değerlendirme yaparken "hataları" ve "sevapları"; "iyi yanları" ve "kötü yanları"; "olumlulukları" ve "olumsuzlukları" mukayese ederim ve hangi taraf ağır basıyorsa bunu dile getiririm. Şimdilerde pek kalmadı ama "bakkal terazisi" dediğimiz bir tür terazi vardı. Bakkal terazisinin iki kefesi olurdu. Bir kefeye ağırlıklar konur öbür kefeye tartılmak istenen madde konurdu ve istenen ağırlığa ulaşılıncaya kadar eklemeler ya da çıkarmalar yapılırdı. Benzer bir tartı seyyar satıcılarda da vardı. Günümüz seyyar satıcılarında ve "pazar"larda hâlâ kullanılıyor.
Tarihsel kişilikleri de bilgi edinebildiğim ölçüde böyle değerlendiririm. Bir kefeye sevaplarını koyarım bir kefeye günahlarını. Ve hangi kefe ağır basarsa o kişi hakkındaki değerlendirmemi buna göre yaparım. Elbette bazen yanıldığım da olur ama öyle sanıyorum ki insanları değerlendirmenin en nesnel (objektif) ve "hakça" yöntemi bu.
x x x
Fakat bu "insancıl" yöntemim de; bazen istismara zemin oluşturabiliyor. Bunun çok acı bir örneğini de yaşadım.
Bundan belki 25 yıl önceydi. Yasa gereği izin verilmemesine karşın; devrin başbakanının oğlu sahipleri arasında olduğu için özel bir televizyon kanalı yayına başlamıştı. Daha sonra gerekli yasal düzenlemeler yapıldı ve bugün şaşırtıcı bir sayıya ulaşan özel TV kanalları peş peşe açılmaya başladı.
O zamanlar; İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'ne bağlı bir enstitü olan Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Enstitüsü'nden öğrencim olan bir hanım; muhafazakâr kanallardan birinde çalışıyordu. Bir gün bana gelerek bir projeden söz etti. Sultan Vahdettin hakkında bir program yapmak istiyorlardı ve benim de bir değerlendirme yapmam isteniyordu.
Kanala gittim. Bugün bambaşka vadilerde at koşturan genç iletişimci programın yapımcısıydı. Kendimce Vahdettin'in iyi ve kötü yanlarını anlatan bir program yaptım. Sözünü ettiğim genç programcı montajını yapacaktı. Ama ne montaj yapmış...
Ben izlememiştim ama izleyen arkadaşlarım uyardılar. "Ne zamandan beri Vahdettin hayranı oldun" sorularıyla karşılaştım. Gerçekten o genç arkadaş öyle bir montaj yapmış ki; inanılmaz. Vahdettin'le ilgili; olumsuz söylediğim her şey makaslanmış ve sadece olumlu söylediklerim yayınlanmış. Tabii ben de bir Vahdettin hayranı gibi görünmüşüm. Bu arkadaş şimdi tam "zıt bir cephede" ona buna sataşarak gazetecilik ve değerlendirmeler yapıyor.
x x x
Son dönemlerde yayınlanan çok sayıdaki Abdülhamit kitapları; beni bu yazıyı yazmaya özendirdi. Zira yayınlanan kitapların hemen hepsi; Abdülhamit'i yere göğe sığdıramıyorlar. Adeta "sütten çıkmış ak kaşık..."
Bu kitapların çoğunda; Abdülhamit'in bir diplomasi ustası olduğu ve iktidarda olduğu sürece "bir karış toprak yitirmediği" yalanı dile getiriliyor. İnsaf...
Abdülhamit'in tahta çıktığı 19 Ağustos 1876'dan tahttan indirildiği 27 Nisan 1909 tarihine kadar geçen 33 yıl boyunca, Osmanlı İmparatorluğu hemen tümü Avrupa topraklarında olmak üzere 287 bin 510 kilometrekare toprak yitirmiştir.
Bunun "tek suçlusu" Sultan Abdülhamit ve onun uyguladığı politikalar mı? Elbette değil. Dünya tarihinin geldiği noktada; "milliyetçiliğin" kol gezdiği Rumeli topraklarında Osmanlı İmparatorluğu'nun tutunmasının imkânı yoktu. Ve Abdülhamit; istediği kadar Avrupa politikalarını izlesin ve Avrupa devletleri arasındaki çıkar çatışmalarını kullansın; bunu engelleyemezdi. Fakat "bir karış toprak vermedi" palavrası nereden çıkıyor?..
Kimi yazarlarımız; eğer Abdülhamit tahtta kalsaydı Balkan felaketlerini yaşamazdık gibisinden senaryolar yazıyorlar. Bu da bir başka palavra. İstesek de istemesek de "tarih" hükmünü icra ediyor. Tabii böyle palavralar ortaya atıldığı zaman; Abdülhamit'in eğitim alanında yaptığı atılımlar da gölgeleniyor. Diplomasi yalanlarının peşine takılan yazarlar yaptığı hizmetleri değerlendirmekten uzak kalıyorlar.
X x x
Başta öğrencilerim olmak üzere; yakın ve hatta uzak çevremden herkesin bugünlerde sorduğu soru; Zülfü Livaneli'nin "Veda" filmini nasıl bulduğum oluyor. Spekülatörler arasında yer almak istemediğim için bu soruya asla yanıt vermeyeceğim. Fakat Atatürk'ü sevmenin yolumuzu aydınlatacağına yürekten inanan biri olduğumu yinelemek istiyorum
Bugün