Sonbaharın gelmesiyle birlikte; her alanda, hareketlilik başladı.
Yazın konu bulmakta az da olsa, zorlanırken; sonbaharla birlikte, 'hangisini yazayım?', sorusu gündeme geliyor. Örneğin bugün için, iki konu arasında kararsızım. 'İstanbul'un kurtuluşuna değgin bir şeyler mi yazayım; yoksa, bayramlarda bayram edemeyenlerden mi söz edeyim?' derken; Aktütün sınır karakolumuza yapılan saldırı sonrasında şehit olan 15 askerimizin acısı, yüreğimizi dağladı.
Fakat bu acının biraz küllenmesi için; bu konuyu, perşembeye bırakarak, bugün İstanbul'un kurtuluşu ile ilgili bir şeyler yazmak istiyorum. Bu konuyu da, çok önemsiyorum. Zira 'işbirlikçilerin', her zamanki kaderini göstermesi açısından, çok ilginç bir örnek bu...
İstanbul'un kurtuluşu, Lozan Antlaşması'nın imzalanmasının ardından ve Lozan koşulları uyarınca; 6 Ekim 1923'te, şükrü Naili Paşa kumandasındaki ordu birliklerinin, kente girmesiyle gerçekleştiğine göre, kurtuluşun 85. yılını kutladık.
Fakat bundan önce; Mudanya Mütarekesi koşulları uyarınca, 15 Ekim 1922'de, Cafer Tayyar Paşa kumandasındaki bir jandarma birliğinin kente girmesiyle, İstanbul nefes almış ve 'işgal', fiilen bitmişti. Zaten çocukluğumda, Cafer Tayyar'ın İstanbul'a gelişinin heyecanlı hikayesini okuduğum zaman, bu mutluluğu yüreğime nakşetmiş ve daha sonraları ise, İstanbul'un kurtuluşu 6 Ekim'lerde kutlanırken, 'Nereden çıktı bu 6 Ekim?', sorusunu çok sormuştum.
Fakat ne zaman ki, yakın tarihimizi daha ciddi bir biçimde okumaya başlamış; o zaman, 22 Ekim 1922 ile 6 Ekim 1923 arasındaki ilişkiyi anlamıştım.
Osmanlı İmparatorluğu, 1. Dünya Savaşı'nda yenilmişti ama; başkenti, yani İstanbul işgal edilmemiş, İngiltere İstanbul'u alamamıştı. Buna karşın, Limni Adası'nın Mondros limanında, Agamemnon zırhlısında yapılan mütareke müzakerelerinde; İstanbul'un, düzeni sağlamak için, barış antlaşması imzalanana kadar, geçici kaydıyla işgaline karar verilmiş ve bunu sağlamak için; İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan gemilerinden oluşan bir filonun, İstanbul'a gelmesi ve karaya asker çıkartması kabul edilmişti. 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelen müttefik donanma, karaya asker çıkartmış ve işgal, fiilen başlamıştı.
Fakat işler, İngiltere'nin beklediği ve istediği gibi gelişmedi. Mustafa Kemal önderliğinde yeniden örgütlenen Türk halkı, direnmeye başladı. Bunun ilk somut göstergesi; 'Meclis-i Mebusan'ın, 'Misak-ı Milliye'yi, yani verebileceğimiz azami ödünü gösteren bir belgeyi, kabul etmesi oldu. Misak-ı Milli, İngiltere için tam bir şoktu. Türk halkının, kolayına teslim olmayacağını anlamışlardı.
Son bir çare olarak, Ankara'yı barışa razı etmek için, İstanbul'daki 'fiili' işgali, 'resmi' işgale dönüştürdü. Elektrik, su vb. şebekelere el koydu; posta merkezlerini kontrol altına aldı. 16 Mart 1920'deki bu resmi işgal, bizim için, Osmanlı İmparatorluğu'nun, son bulduğu tarih olarak değerlendirilir.
Bu karanlık dönem; yukarda da değindiğim üzere, Mudanya Mütarekesi'ne kadar devam etti. Mudanya Mütarekesi; İstanbul'daki fiili durumun, barış antlaşması imzalanana dek sürmesini öngörüyor, fakat bir Türk jandarma birliğinin de kente gelerek; bir anlamda, 'bayrak göstermesini', karara bağlıyordu. İşte bu çerçeve içinde; 15 Ekim 1922'de, Cafer Tayyar kumandasında bir Türk birliği, Kabataş'tan kıyıya çıktı.
Kabataş, Karaköy, Eminönü, Divanyolu ve Beyazıt üzerinden, Fatih'e gelen askerlerimiz; Fatih'in türbesinde yapılan bir tören sonrasında, kışlalarına döndüler. Fakat bu resmigeçit, İstanbul'un tarihi boyunca yaşadığı, en büyük sevinç ve mutluluğa vesile olmuştu.
Tüm İstanbul, sokaklara dökülmüş ve askerlerini, bağrına basmıştı. Ve nihayet, Lozan. Lozan Antlaşması'na göre; başta İngiltere olmak üzere, müttefik güçler İstanbul'u terk edecek ve kent, ordumuzun kontrolüne geçecekti. Ve gerçekten, 6 Ekim 1923'de, silahlı kuvvetlerimiz kente gelerek, kenti devraldı. Aynı gün, bir de dram yaşandı.
Müttefik askerler, Dolmabahçe rıhtımında yapılan bir törenle, bayrağımızı selamlayıp teknelerine binip giderken; Dolmabahçe sırtları, müthiş bir korku ve hatta gözyaşları içindeki, 'işbirlikçileri' ile doluydu. Evlerini, sofralarını ve hatta yataklarını; bu işgalci güçlerin, subay ve erlerine açan bu işbirlikçiler, şimdi ne yapacaklarını bilemiyorlardı.
Kimilerinin kucaklarında; babaları, şimdi onları terk eden, çocukları vardı. Müthiş pişmandılar. Ama bu son pişmanlık, fayda getirmiyordu. Dünyanın her yerinde ve her zaman, işbirlikçilerin sonu budur. İngiltere, Hindistan'ı terk ederken de; ABD, Vietnam'ı terk ederken de, benzer şeyler yaşanmıştı. Hiç kuşkum yok ki; ileride de, benzer şeyler yaşanacaktır. Aklı olan, ders alır...
Fakat bu acının biraz küllenmesi için; bu konuyu, perşembeye bırakarak, bugün İstanbul'un kurtuluşu ile ilgili bir şeyler yazmak istiyorum. Bu konuyu da, çok önemsiyorum. Zira 'işbirlikçilerin', her zamanki kaderini göstermesi açısından, çok ilginç bir örnek bu...
İstanbul'un kurtuluşu, Lozan Antlaşması'nın imzalanmasının ardından ve Lozan koşulları uyarınca; 6 Ekim 1923'te, şükrü Naili Paşa kumandasındaki ordu birliklerinin, kente girmesiyle gerçekleştiğine göre, kurtuluşun 85. yılını kutladık.
Fakat bundan önce; Mudanya Mütarekesi koşulları uyarınca, 15 Ekim 1922'de, Cafer Tayyar Paşa kumandasındaki bir jandarma birliğinin kente girmesiyle, İstanbul nefes almış ve 'işgal', fiilen bitmişti. Zaten çocukluğumda, Cafer Tayyar'ın İstanbul'a gelişinin heyecanlı hikayesini okuduğum zaman, bu mutluluğu yüreğime nakşetmiş ve daha sonraları ise, İstanbul'un kurtuluşu 6 Ekim'lerde kutlanırken, 'Nereden çıktı bu 6 Ekim?', sorusunu çok sormuştum.
Fakat ne zaman ki, yakın tarihimizi daha ciddi bir biçimde okumaya başlamış; o zaman, 22 Ekim 1922 ile 6 Ekim 1923 arasındaki ilişkiyi anlamıştım.
Osmanlı İmparatorluğu, 1. Dünya Savaşı'nda yenilmişti ama; başkenti, yani İstanbul işgal edilmemiş, İngiltere İstanbul'u alamamıştı. Buna karşın, Limni Adası'nın Mondros limanında, Agamemnon zırhlısında yapılan mütareke müzakerelerinde; İstanbul'un, düzeni sağlamak için, barış antlaşması imzalanana kadar, geçici kaydıyla işgaline karar verilmiş ve bunu sağlamak için; İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan gemilerinden oluşan bir filonun, İstanbul'a gelmesi ve karaya asker çıkartması kabul edilmişti. 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelen müttefik donanma, karaya asker çıkartmış ve işgal, fiilen başlamıştı.
Fakat işler, İngiltere'nin beklediği ve istediği gibi gelişmedi. Mustafa Kemal önderliğinde yeniden örgütlenen Türk halkı, direnmeye başladı. Bunun ilk somut göstergesi; 'Meclis-i Mebusan'ın, 'Misak-ı Milliye'yi, yani verebileceğimiz azami ödünü gösteren bir belgeyi, kabul etmesi oldu. Misak-ı Milli, İngiltere için tam bir şoktu. Türk halkının, kolayına teslim olmayacağını anlamışlardı.
Son bir çare olarak, Ankara'yı barışa razı etmek için, İstanbul'daki 'fiili' işgali, 'resmi' işgale dönüştürdü. Elektrik, su vb. şebekelere el koydu; posta merkezlerini kontrol altına aldı. 16 Mart 1920'deki bu resmi işgal, bizim için, Osmanlı İmparatorluğu'nun, son bulduğu tarih olarak değerlendirilir.
Bu karanlık dönem; yukarda da değindiğim üzere, Mudanya Mütarekesi'ne kadar devam etti. Mudanya Mütarekesi; İstanbul'daki fiili durumun, barış antlaşması imzalanana dek sürmesini öngörüyor, fakat bir Türk jandarma birliğinin de kente gelerek; bir anlamda, 'bayrak göstermesini', karara bağlıyordu. İşte bu çerçeve içinde; 15 Ekim 1922'de, Cafer Tayyar kumandasında bir Türk birliği, Kabataş'tan kıyıya çıktı.
Kabataş, Karaköy, Eminönü, Divanyolu ve Beyazıt üzerinden, Fatih'e gelen askerlerimiz; Fatih'in türbesinde yapılan bir tören sonrasında, kışlalarına döndüler. Fakat bu resmigeçit, İstanbul'un tarihi boyunca yaşadığı, en büyük sevinç ve mutluluğa vesile olmuştu.
Tüm İstanbul, sokaklara dökülmüş ve askerlerini, bağrına basmıştı. Ve nihayet, Lozan. Lozan Antlaşması'na göre; başta İngiltere olmak üzere, müttefik güçler İstanbul'u terk edecek ve kent, ordumuzun kontrolüne geçecekti. Ve gerçekten, 6 Ekim 1923'de, silahlı kuvvetlerimiz kente gelerek, kenti devraldı. Aynı gün, bir de dram yaşandı.
Müttefik askerler, Dolmabahçe rıhtımında yapılan bir törenle, bayrağımızı selamlayıp teknelerine binip giderken; Dolmabahçe sırtları, müthiş bir korku ve hatta gözyaşları içindeki, 'işbirlikçileri' ile doluydu. Evlerini, sofralarını ve hatta yataklarını; bu işgalci güçlerin, subay ve erlerine açan bu işbirlikçiler, şimdi ne yapacaklarını bilemiyorlardı.
Kimilerinin kucaklarında; babaları, şimdi onları terk eden, çocukları vardı. Müthiş pişmandılar. Ama bu son pişmanlık, fayda getirmiyordu. Dünyanın her yerinde ve her zaman, işbirlikçilerin sonu budur. İngiltere, Hindistan'ı terk ederken de; ABD, Vietnam'ı terk ederken de, benzer şeyler yaşanmıştı. Hiç kuşkum yok ki; ileride de, benzer şeyler yaşanacaktır. Aklı olan, ders alır...
BUGÜN