Batı’nın İslam dünyasında yürüttüğü kavgada siyasi ve ekonomik yön daha bariz bir şekilde görünürken fikri mücadele fazla göze çarpmamaktadır.
Ancak genişçe araştırıldığında asıl mücadelenin fikri alanda devam ettiği rahatlıkla görülecektir. Çünkü siyasi ve ekonomik şartlar çok çabuk değişmesine karşın fikri mücadele yavaştır, etkisi birdenbire görülmez, ama uzun sürelidir.
Son yıllarda İslam dünyasında süren işgallerin yanı sıra gündemde tutulan “medreseler” sorunu fikri mücadelenin bir tezahürüdür. Pakistan, Afganistan, Hindistan, Yemen ve Moritanya’daki geleneksel dini medreseler, ABD ve Batı ülkeleri tarafından “terörizm”in yuvaları olarak gösterilmeye çalışıldı. Bununla yetinmeyen ABD yönetimi, Müslüman ülkelere ilkokul, lise ve üniversite müfredatlarını değiştirmeleri konusunda baskı yaptı. Fas, Tunus, Suudi Arabistan, Kuveyt, Pakistan, Endonezya, Moritanya, Ürdün ve Mısır hem geleneksel medreselerin hem de resmi okul ve üniversitelerin programlarında ABD isteği çerçevesinde değişime gitti.
Hakikatte İslam dünyasındaki ders programlarına, müfredatlarına ve kitaplarına dışarıdan yapılan bu müdahale bir ilk değildi. Sömürgeciliğin ve misyonerliğin bu topraklarda kol gezmeye başladığı 17. yüzyıldan beri devam etmektedir. Emperyalistler, İslam coğrafyasını bir yandan işgal ederken diğer yandan da Müslüman gençleri “medenileştirme ve çağdaşlaştırma” adına kolejler kuruyorlardı. 18. yüzyılın başlarından 19. yüzyılın ortalarına kadar Hindistan alt kıtası, Osmanlı coğrafyası ve Kuzey Afrika’da birçok kolej inşa edildi. Bu kolejlerden bazısı bugün hâlâ varlığını sürdürmektedir.
Burada özellikle yaygın bir yanlış anlayışı da ortaya koymak istiyoruz. O da ABD’nin Ortadoğu’ya önem vermesinin ve buraya yerleşmesinin İkinci Dünya Savaşı sonrası olduğu ile ilgili kanaattir. Hâlbuki Amerika, İslam dünyası politikasında mühim bir rol oynamıyorken bile Amerika’nın kolejleri ileri ölçüde etkin idi. Türkiye, Suriye, Lübnan ve Mısır’da kurulan Amerikan kolejleri bunun en güzel örnekleridir. Bu kolejlerin ABD’nin bölgeye yerleşmesine ve müdahalesine zemin hazırladığı inkâr edilemez bir gerçektir.
Bundan dolayı ABD’nin İslam dünyasına girişini İkinci Dünya Savaşı sonrası değil, bilakis Birinci Dünya Savaşı’ndan neredeyse bir yüzyıl evvel başlatmak gerekiyor. İlk kolej hocaları gittikleri ülkelerin dillerini biliyor ve o dillerde kitaplar telif ediyorlardı. 1850’li yıllardan sonra kolejlerin daha da arttığını görüyoruz. Kolejlerin birçoğu da Birinci Dünya Savaşı öncesinde casusluk faaliyetlerinden dolayı ya dağıtıldı ya da yasaklandı. Sadece Amerikalılar değil, İngiliz ve Fransızlar da Müslüman coğrafyada kolejler kurdu. Bu kolejlerde, Batı efkârına hizmet edecek bir nesil yetiştirildi.
Fransız Devrimi ile birlikte eğitim, devletin kontrolüne geçmeye başladı. İlköğretim zorunlu hale getirildi. Modernleşme sürecinde geleneksel, dini ve cemaat eğitiminin yerini kamusal, laik ve ulusal eğitim sistemi aldı. Medresenin yerine “mektep” modern eğitimin simgesi oldu; yeni okullar, eski geleneğin tersine, cami ve mescit dışındaki yerlerde inşa edilmeye başlandı.
Ulus devletlerin inşası ile birlikte eğitim, siyasal birliğin, toplumsal uyumun ve devlete sadakatin sağlanmasında bir “ideolojik araç” olarak kullanıldı. Böylece kendi tarihinden, dilinden, kültüründen ve inancından uzak, hatta bihaber bir nesil ortaya çıktı. Birçok Müslüman ülkenin eğitim müfredatlarının ve kitaplarının hazırlanmasında bizzat Batılı eğitimcilerin büyük rolü oldu. Türkiye, “pragmatizm” felsefesinin öncülerinden John Dewey’den “çağdaş/ilerici eğitim” konusunda destek aldı.
Bugün Amerikalıların dahi itiraf ettiği bir gerçek var ki, o da çağdaş eğitimin babası olarak bilinen Johnny’ye sahip olan ABD’lilerin hâlâ okumayı beceremeyişidir. Espriden uzak ciddi bir Amerikan okul kitabı üslubuna sahip olan Dewey felsefesi, her yönüyle “Endüstri Çağı”nın düşüncesini taşımaktaydı. Bunun da hedefi güçlü ulus devletlere işçi yetiştirmekti.
Şimdi, en güzel yılları okullarda geçen ve okula başlamadan önce enfes sorular soran, çok orijinal tespitlerde bulunan çocuklarımızın nasıl yeteneklerini kaybettiklerini düşünün. Örneğin “lise mezunu” gençlerimizi ele alın. Bir lise mezunu kendi edebiyatını bilir mi? Hayır! Bir lise mezunu anadilinde, her seviyede metni okuyup anlayacak ve tahlil edecek derecede diline vakıf mı? Hayır! Tarihinin ve medeniyetinin bugün dünyaya bahşettiklerini hakkıyla biliyor mu? Hayır! Bu soruları matematik, fizik, coğrafya ve yabancı diller dâhil tüm dersler için sorabilirsiniz. Peki, neden dersler gerçek manada öğretilmiyor? Bu bilerek mi yapılıyor?
Fransız yazar Yves Lacoste, “Coğrafya Savaşmak İçindir” adlı kitabında “coğrafya” dersinin neden sevimsiz, sıkıcı ve aptalca gösterildiğini şöyle açıklıyor: “Yeryüzünün bilgisi, bize ilk bakışta insanın dünyayı algılama çabasının sonucu gibi görünür. Ancak oluşturulan bu yeryüzü bilgisi, üzerindekilerin ve altındakilerin varlıklarının saptanabilmesiyle anlamlı hale gelir. Akademisyenlerin bu varlıklara ilgisi soyut bir ilgi gibi görünse de, bu çabanın harekete geçirilişi egemenlik ilişkileri içinde anlaşılabilir. Coğrafya, bir coğrafyacı açısından ‘bilgi için bilgi’ gibi görünse de, gerçekte dünya kaynaklarına egemen olmanın aracıdır. Eski tip haraççı imparatorluklardan modern sömürgeciliğe, çok uluslu şirketlerin doğal kaynaklarının ve emek gücünün envanterini çıkartmasından tekil devletlerin turizm potansiyelini hesaplamaya kadar tüm siyasi ve iktisadi bilgiler coğrafyasız yapamaz. Bu açıdan coğrafya stratejik bir bilgidir.”
Hâsılıkelâm yıllardır süren eğitimdeki yap-bozlar sona ermedikçe, dışarıdan dayatılan müfredatlar reddedilmedikçe ve kendi ders kitaplarımızı hakiki manada kaleme almadıkça eğitimimiz insan öğüten makinelerden öte bir mana ifade etmeyecektir.