Modern dönemlerde oluşmuş İslam düşüncesi ve bundan tevellüd eden dini cemaatler, gruplar ya da tarikatlar kendilerini yeniden tecdid etmelidir. Çünkü İslami hilafeti temsilen Müslümanları bir arada tutan Osmanlı’nın çöküşü ile birlikte 19. ve 20. yüzyılda ortaya çıkan cemaatlerin ve grupların birçoğu vücut buldukları dönemin izlerini ve karakteristiklerini taşır.
Dini cemaatlerin ortaya çıktığı dönemlerde İslam dünyasının genelinde dini önderlerin liderliğinde kurtuluş mücadeleleri veriliyordu. Bu istiklâl mücadelelerinde en büyük kaybı dini liderler ve onlara bağlı kahraman insanların vermesiyle 19. yüzyılın ortalarından sonra âlemi İslam büyük bir sükût dönemine girdi.
Daha sonra ulus devletlerin ortaya çıkışıyla yeni bir toparlama dönemine giren dini liderlerin oluşturdukları cemaatler, ilk çıkışlarında “Müslüman Toplum”, “Ümmetin Birliği” ve “İslami Devlet” kavramlarını ana ajandaları haline getirdi. Bu dönemde, ortaya çıkan birçok devlet, ulus-devlet ekseninde yapılanıyor ve hızla batıya doğru akıp gidiyordu.
Fakat, bir asır geçmesine rağmen cemaatler istedikleri devleti ve toplumu bir türlü oluşturamadı. Sonraki yıllarda Pakistan’da, Libya’da, İran’da ve Sudan’da kısmen bazı emellerine ulaşmış olsalar bile bir türlü zihinlerinde oluşturdukları “Asrı Saadet” modelini yakalayamadılar.
Osmanlı’nın son dönemlerinde ve ulus-devletlerin inşa döneminde Müslüman düşünürler genelde dışarıya karşı nefsi müdafaada bulundu. Bir müddet sonra bu müdafaa ruhu içselleştirildi ve dini söylemi de etkisi altına aldı. İkinci Dünya Harbi’nden sonra da dünyayı saran sosyalist ve kapitalist blok İslam âlemini sağ ve sol kutuplara böldü. Ulus-devlet ve müdafaa ruhundan etkilenen dini söylem soğuk savaş döneminde sağcı ve solcu söylemin etkisine girdi.
Ulus-devletlerin inşa dönemine kadar İslam dünyasında ilim ehli insanların dini cemaatler üzerinde etkisi ağır iken, 60’lı yıllardan sonra batıda eğitim almış ya da kendi bulunduğu ülkede seküler eğitimden geçmiş edebî ve teknik yönü ağır basan insanların cemaatler üzerindeki etkisi daha da arttı. Afgan Cihadı ve İran Devrimi sonrası 80’li yıllarda yeniden bir atılım gösteren cemaatler, ulus-devlet, soğuk savaşın sloganik yapısı ve sağ-sol söyleme bu kez devrimcilik kılıfı giydirdi. Ancak gelinen noktada büyük bir duraksama veya daha doğru bir tabir ile fetret dönemi yaşanıyor.
Şimdi 21. yüzyıla baktığımızda, dünyada büyük bir değişimin yaşandığını müşahede ediyoruz. 19. ve 20. yüzyılın kurucu ideolojileri yerlerini terk ediyor. Postmodern dönem, modern döneme ait ne var ise terk edip yeni fakat muğlâk bir yapı inşa etmeye çalışırken tüm sağcı ve solcu gruplar gibi dini cemaatler de var olanı tanımlamakta zorluk çekiyor.
İslami cemaatler, tarikatlar ve müntesipleri bugün gelinen noktada üçe ayrılmış durumda; Birincileri geleneğe körü körüne bir taklit ile sıkı sıkıya sarılanlar, ikincisi postmodernizmin etkisiyle her şeyi flu görenler ve son olarak da araftakiler. Ancak batı bunun yerine dindarları “ılımlı ve radikal” diye bölme niyetinde. Geçmişte sağ düşünceden etkilenenler “ılımlı”, sol düşünceden etkilenenler ise “radikal” olarak adlandırılıyor.
Gelinen nokta, geriye baktığımızda İslami cemaatlerin ve tarikatların hakikaten zihinlere reset atmaları gerektiğini zorunlu kılıyor. Geçmiş iki asrın cahiliye tortularında kurtulmak için ciddi bir epistemolojik tecdide ihtiyacımız var. Bu da küresel dönemde İslam’ı yeniden ve sahih bir eksende düşünmemize zemin hazırlayacak.
Müslümanlar, nasıl bir dünya ile karşı karşıya olduklarını çok iyi bilmeli ve yeni bir hareket fıkhını “dini kaynaklar” ışığında yeniden oluşturmalıdırlar. Ayrıca kendi kavramlarımıza dönüp, içlerini sloganik söylemlerle değil, ilmi olarak doldurmalıyız. Sonra postmodern çağda ve metropollerde, hayatın nasıl kurulması gerektiği üzerine düşünmeliyiz. Hakikati reddeden postmodern çağa hakikati anlatmalıyız. Hakikat yoksa her şey müphem bir hâl alır. Hayata dair, doğru ve yanlışa dair, helâl ve harama dair bir sözümüz olmalı.
Tabiatta değişenler olduğu gibi değişmeyenlerde var. Muhkem ve müteşabih ayetler gibi… Eskiden ulemanın oturduğu minder değişmezdi. Oradan değişen dünyayı okurdu. Bugünün edebiyatçı, mühendis ve siyasetçi Müslümanları değişenler üzerine kurdukları dönerli koltukları ile sabitelere bakıyorlar. Böylece sarstıkları ya da temelini boşalttıkları yerin farkında bile değiller.
Kısacası, İslami cemaatler mekân, zaman ve eşyayı yeniden tanımlamalı. Göreceksiniz bu konuda, “Kur’an ve Sünnet” ışığında yapacağımız bir fikrî faaliyetin bizleri kabilevi, ırkî ve cahilî tüm tortulardan kurtaracağı gibi, âlemlere de bir “rahmet” olarak dönecektir.
Yakın zamanda girdiğimiz hicri 1431. yıl aslında bize bir şeyi hatırlatmakta. Belki de Hz. Ömer (ra)’in Hicret’i Müslümanların takvim yılı olarak kabul etmesinin arkasında bu neden de yatmaktadır. Hicret bize bu ulvî mesajın evrensel olduğunu hatırlatmakta. Hz. Muhammed (sav) Beytu’l Atik’i ve insanlar için rahmet ve hidayet mekânı olan ilk ibadet merkezi Mekke’yi terk edip başka bir yer arayışı bize bunu hatırlatmakta. Hz. Peygamber (sav) ilk olarak Habeşistan’ı düşünüyor, sonra Taif’i, sonra Yemen’i ve daha sonrasında “Yesrip”te yani Medine’de karar kılıyor.
Hasılı kelâm, dini cemaatlerin yeniden kendilerini tecdit etmeleri gerektiği inkar edilemez bir gerçek. Bu yanlış “Vakıf” anlayışımızla da düzelecek bir şey değil. Cemaatlerimiz, ilk önce bir “Vakıf”, “dernek” ve “STK” olmadıklarını kabûlle bu işe başlamalıdırlar. Cemaat bunların çok çok ötesinde bir şey… Hatta daha da ötelerde…