Birkaç gündür dünya televizyonlarından Trablus’ta olup bitenlere odaklanmış durumdayız. Oradaki insanlarla birebir telefonla görüşüp yaşananlar konusunda birinci elden bilgilere ulaşmaya çalışıyoruz. Öyle ilginç, öyle dehşet haberlere ulaşıyoruz ki, bunları şimdi yazmak ya da anlatmak oradaki birçok dosta zarar vereceği için çok kısa bir zaman sonraya bırakıyoruz…
Libya daha doğrusu Trablus bize çok uzak değil. Orası bir zamanlar bir vilayetimiz idi. Orada yüzlerce şehid vermiştik. Senusilerin mücadelesi ve kahraman komutan Ömer Muhtar’ın hatırası halen capcanlı duruyor muhayyilemizde…
Libya, Müslümanların Kuzey Afrika’yı fethettiklerinde en önem verdikleri yerdi. Çünkü Libya, Afrika’nın kalbiydi. Oraya hâkim olan Afrika’yı kanatları altına alır ve her yere rahatlıkla nüfuz edebilirdi. Zaten bundan dolayıdır ki, Romalılar buraya “Afrika” ve kadim Müslüman devletler de bu bölgeye “İfrikiye” adı vermişlerdi. Yani koca Afrika’nın hepsi Libya’ydı. Zira yıllar sonra bu isim buradan alınıp tüm bir kıtaya verilecekti.
Libya adını bu bölgeye emperyalistler verdi. Daha öncesinde bölgeyi Müslümanlar Fizan, Derne, Bingazi ve Trablusgarb olarak tanıyordu. Bu isminin Romalılar tarafından milattan önce bölgede küçük bir yer için kullanıldığı ifade ediliyor. Yunanca’da “Libos” ve eski Mısırlılarda “Ellibo” şeklinde telaffuz edildiği söylenen “Libya”nın “Tepeler Ülkesi” manasına geldiği kaydediliyor.
Iraklığı, uzaklığı ifade eden “Fizan”, dağlarla ve uçsuz bucaksız çöllerle çevrili bir tecrit yeriydi. Osmanlılar muhaliflerini dünyanın en ırak, ulaşılması en güç ve en izole yerlerinden biri olan Fizan’a gönderirdi. Hatta dilimizde “Fizan’a kadar yolun var!” sözü hâlâ yaygın olarak kullanılmakta.
İtalyan işgal güçleri, 1911 yılında Osmanlı toprağı olan Trablus’u işgal ettiğinde, dünyanın birçok yerindeki Müslümanlar buraya pür dikkat kesilmişti. Çünkü Osmanlının çok önemli bir kalesi olan Trablus’un düşmesi Mağrip bölgesinin tamamen kaybı manasına geliyordu. Bunun için Osmanlı bölgeye Enver Paşa, Cemal Paşa, Mustafa Kemal paşa ve Şekip Arslan gibi daha birçok askerini ve diplomatını gönderdi. Enver Paşa, İtalyanlara karşı mücadele eden Senusileri eğitiyordu.
İtalyanlar, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir şekilde bölge halkını kıyımdan geçiriyordu. Kadın ve çocuk demeden herkesi bir bir katlediyorlardı. Halen bile dönemin Osmanlı gazetelerinde yer alan Trablusgarb resimlerine baktığınızda vahşetin boyutunu çok rahatlıkla müşahede edebilirsiniz. Vadiler dolusu ceset resimleri ve darağacından sallanan yüzlerce insan…
Trablus’ta öyle dramlar yaşanıyor ki, bütün İslam coğrafyası orada yaşanan kıyımdan dolayı aylarca gözyaşı döktü. İstanbul’da Nisvan Cemiyeti Osmanlının ilk kadın pilotu Belkıs Hanım başkanlığında İtalyan uçaklarının bombardımanı altından katledilen Libyalı Müslümanlara yardım için uçak satın aldı. Hind alt kıtasından Balkanlara ve Balkanlardan Kafkaslara binlerce Müslüman Trablus’ta savaşmak için yollara çıkıyordu. Japonya ile özdeşleşen Sibiryalı ünlü Müslüman düşünür Abdurreşid İbrahim dahi ilerlemiş yaşına rağmen Trablus’a doğru yola çıkmıştı. Tüm İslam dünyası Trablus için ağıtlar yakmaktaydı.
Herkesin gözü kulağı Trablus’taydı. Oradan gelen haberler ceridelerimizin birinci sahifesini kaplardı. Bu haberlerden biri de Trabluslu Fatma’nın haberiydi. Trablus Harbi esnasında Osmanlı ve Trablus gazilerine su dağıtırken şehid düşen Fatıma’nın hikâyesi… Fatma gazilerimizin gözbebeğiydi. Onlara çok zor anlarında yardım eder ve çoğunun da hayatının kurtulmasına vesile olmuştu. Bir efsane haline gelen Fatma, İtalyanların korkulu rüyası haline geldi ve günün birinde İtalyan ajanları Fatma’yı bulur ve gazilere su verirken şehid ettiler. Bu haber Bab-ı Ali medyası dâhil tüm alemi İslam ceridelerinde neşredildi.
Hind alt kıtasının ünlü Müslüman düşünür ve şairi Allame Muhammed İkbal, Fatma’nın hayat hikâyesini okuyunca gözyaşlarına tutamaz ve onun adına cesur kaleminde bir ağıt yazar. Koca İkbal, Fatma ile ilgili yazdığı ölümsüz şiirinde şu duygularını dile getirir:
Fatma Binti Abdullah
Fatma! Merhum ümmetin namususun sen
Temiz ve masumdur senin her zerren
Senin gibi bir çöl hûrisine nasipmiş bu şeref
İslam gazilerini su ile serinletmek…
Kılıçsız ve sipersiz bu cihadın
Ne kadar cesaret vericidir bu şehadet aşkın.
Sonbaharımızda senin gibi goncalar da varmış
Küllerimiz içinde bile Ya Rab ne kıvılcım varmış.
Nice ceylanlar saklıdır hâlen çöllerimizde
Şimşekler gizlidir boşalmış bulutlarımızda.
Fatma! Gözyaşlarımız uğruna akıyorsa da
Bir nağme saklıdır bu ağıtlarımızda.
Şehid düştüğün toprağın üzerindeki raksın ne anlamlıdır
Her zerren hayat için bir peyâmdır.
Bir hareket vardır sessiz türbende
Yetişen yeni nesil vardır bu temeller üzerinde.
Bunun büyüklüğünü bilmiyorsam da
Eminim senin mezarından doğacağına.
Yeni bir yıldız doğmuşsa da gökte
İnsanların gözü onu hâlâ görememekte.
Bu yıldız henüz doğmuştur
Gece, gündüz devranına sokulmamıştır.
Hem mazi hem de bugünkü halimiz akseder bunun ışığında
Senin yıldızının ziyâsı da akseder ayrıca.
Libya’nın kahraman Senusileri, Ömer Muhtar ve Fatmaların aşkıyla ülkelerini 1951 yılında bağımsızlığa kavuşturdu. Bağımsızlık sonrasında İdris es-Senusi kral ilan edildi. Türkiye’nin yakın dostu olan İdris es-Senusi’nin idaresi 1 Eylül 1969’a kadar devam etti. Bu tarihte hâlihazırda düşüşünü izlediğimiz Muammer Kaddafi askeri bir darbeyle iktidarı ele geçirdi.
50’li ve 60’lı yıllarda Körfez ülkeleri dâhil tüm Arapların gözdesi ve en gelişmiş ülkesi haline gelen Libya, 42 yıllık Kaddafi iktidarı döneminde Arap dünyasının en geri kalmış ülkesine dönüştürüldü.
Çünkü Kaddafi ve ailesi ülkenin tüm petrol ve doğalgaz gelirlerine el koydu. Ülke bir “Kaddafi Anonim Şirketi” halini aldı. Kaddafiler, ülkenin yeraltı zenginliklerinden elde ettikleri paraları halklarına koklatırken, satın aldıkları İtalyan futbol kulüplerine, sarışın İngiliz, İtalyan, Fransız ve Bulgar kızlarına ve İtalyan Başbakanı Berlusconi ve Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’ye çuval çuval para akıttılar. Kaddafi, kızdığı Araplara karşı sadece “Afrika Krallar Kralı” olarak anılmak için bile Afrika liderlerine Fransa üzerinden paralar yağdırdı. Sahip olduğu milyar dolarlarca servet ile dünyanın en zenginleri arasındaydı. Parasıyla herkesi satın alıyordu. Muhaliflerini gözünün yaşına bakmadan bir gecede ortada yok ediyordu. Onbinlerce insanı katletti. Beraber darbe yaptığı dostlarını dahi asmaktan imtina etmedi. Tek başına koltuğa oturdu ve Kur’an-ı Kerim ile eşdeğer olarak gördüğü “Yeşil Kitap”ı kaleme aldı. Ülkesine adeta kan kusturdu ve yapmadığı zulüm kalmadı. 2000 yılına kadar artık hiçbir muhalifi içeride kalmadı…
Atalarımız, “Küfür âbâd olur, ama zulüm âbâd olmaz” veya “mülk küfürle devam eder ama zulümle devam etmez” demişlerdi. Veya başka bir deyişle “Zulm ile abad olanın sonu berbad olur”. Zulüm makinesi olmaya soyunmuş, insanlıktan sıyrılıp makine gibi öğüten aygıtlara dönüşen sözde liderler, artık bir bir çöküyor. Bu çöküş aslında kadim Arap siyasetinin de bitişiydi. 70 yılların eski rejimleri Kaddafi’nin zatında fiilen son buldu. Kalanların da artık ayakta kalması imkânsız çünkü halklar artık onları istemiyor…
Hâsılıkelâm, şimdilerde ayaklanan Arap dünyasında, tek parti, tek görüş ve tek lider dönemi resmen bitiyor. Her türlü boyun eğdirme, aşağılanma ve gaspa rağmen Arap halkları tek olduklarını gösterdi. Halklar, iradelerini ortaya koyarak 40 yıldır onurunu çiğneyen sözde liderlerinden iktidarlarını söke söke alıyor.
Geçen asırda, taşa, toprağa, ağaca, kuşa, lidere, partiye, bez parçasına ve benzeri her türlü alet edevata değer, kıymet ve hatta kutsallık atfeden bu rejimlerin, tek değer vermediği şey insanlardı. Yöneticilerin batıdan araklayıp giydikleri deli gömlekleri, insana hep bir madde gözüyle bakmalarını sağladı. Bu coğrafyada son iki asırdır sık sık insan katliamlarına tanıklık etmemizin arkasında bu bilinç yatıyordu. Halklarını korumak adına iktidara gelenler, bir anda birer ölüm makinesine dönüşüyorlardı. İktidarları ya da koltukları için halkları ezip geçebiliyorlardı. Çünkü gücü ele geçiren kişi, vaad ettiği değerleri ve sahip olduğu insanlığını unutup aşağılık bir domuza dönüşebiliyordu.
Şimdi Arap halkları, zulmün ve diktatörlüğün sona ermesini ve kula kulluktan kurtulmak istiyor. Sonuç olarak, İslam hukukunda korunması gereken temel haklar şunlardır: Dinin korunması, canın korunması, malın korunması, aklın korunması ve neslin korunması. İşte tüm bu haklar bu totaliter baskı rejimlerinde maalesef yok olmaya yüz tutmuştu. Şu an diktatörlerin ayakları altında ezilen Arap halkları, Hz. Peygamber ve Raşid Halifeler döneminde bu ruhun kendilerine verildiğinin bilincinde onur ve özgürlük mücadelesi veriyor. Cuma namazı sonrası sokaklara dökülmelerinin nedeni bu. Onlar kendilerine hakiki manada bir Ömer, Ebu Bekir, Osman ve Ali gibi liderlik yapacak lider arayışlarını sürdürüyor.