Müslüman cemaatlerin, grupların, tasavvufçuların, davetçilerin ve siyasetçilerin halklarına yönelik bugün gerçek manada bir projeye sahip olduklarını söylemek hakikaten zor. Bu cemaatlerin hemen hepsi İslam’ın kapsamlı olmayan bir dünya görüşünü temsil ediyor. Kimisi tebliği, kimisi daveti, kimisi eğitimi, kimisi siyaseti, kimisi ekonomiyi, kimisi başka bir işi önceliklemiş durumda… Demokratik yöntemlere karşı olduğunu söyleyen gruplar ise şiddet ve tekfir içinde boğuşup duruyor.
18. ve 19. yüzyılda Mısır, Hindistan, Türkiye, Kuzey Afrika ve Orta Asya’da zuhur eden dini uyanış hareketleri doğru yönde bir ilerleme gösterdi. Bu hareketler, hem işgalcilere karşı amansız bir mücadele yürüttü, hem de ıslah çalışmalarına aralıksız devam etti. Geçen asırda harici saldırılara karşı en büyük mücadeleyi veren bu hareketler çok büyük kayıplar verdi.
Ancak bugün gelinen noktada geriye baktığımızda günümüz dini grupların liderlerinin geçmiş bir ya da iki asır önceki Müslüman mütefekkirlerden fersah fersah ilmi bakımdan geri olduğunu görüyoruz. Bunun yanı sıra dini cemaatlerin durumu ise geçmişle kıyasladığımızda maddi olarak iyi gibi görünüyor olabilir ancak dini yaşam bakımından ahvalleri hiç iç açıcı değil.
Takvayı, ihsanı, zühdü, ibadeti, ahlâkı ve bereketi kendilerine örnek edinen tasavvufi gruplara baktığımızda, bunların ticari bir holdingden farksız olduğunu göreceksiniz. Çağımızın şeyhlerinin kadim şeyhlerine kıyasla artık son model arabaları, lüks evleri ve modern dergâhları var. Bişr-i Hafileri, İbrahim Edhemleri, İmam Rabbanileri, Veysel Karanileri, Maruf Kerhileri, Abdulkadir Geylanileri ve İbni Arabileri kendilerine örnek edinenlerin bugün hem ilimden hem de dillerine pelesenk ettikleri takva ve zühdden çok çok uzak oldukları ortada. Hatta kimisi tasavvuf ile modernizmi mezcetmiş durumda; modern kıyafetler giyerler, ibadeti fazla önemsemez lakin bazen sözde şeyhleri ile sazlı–cehri zikirler yapıp sözde çağdaş sufiliği temsil ederler… Hele akademisyenlik kisvesi altında tasavvuf müdafiliği yapanlar var ki bunlar da işin cabası…
Tevhid, ilim, Kur’an ve Sünnet gibi kavramları dillerine dolayanların ise durumları daha içler acısı. Bırakın geçmiş ulemayı daha bir iki asır önceki Cemalettin Kasımi, Hasan el Benna, Mevdudi, Seyyid Kutup, Tahir bin Aşur, Said Halim Paşa, Şibli Numani, Muhammed İkbal, Ali Şeriati, Malik bin Nebi, Mutahhari, Nedvi, İmam Humeyni, Musa Carullah, Mehmed Akif Ersoy, Bababanzade Ahmed Naim, Filipeli Ahmed Hilmi, İzmirli İsmail Hakkı ve benzeri daha birçok âlimi kendine örnek edindiklerini söyleyenlerin sahip oldukları ilmi seviye ise herkesi şaşırtacak bir seviyede… Bu çevrelerin yetiştirdiği birkaç akademisyenin ise ilmi bakımdan kötü bir taklitçilikten öte yaptıkları bir başarıları yok…
İslami siyaseti, eğitimi veya ekonomiyi kendilerine örnek edinenlere baktığınızda ise zahiren iyi şeyler görünse de dini temsilden çok uzak bir güruh göreceksiniz. Bu alanlara sözde yatırım yapanlar Müslüman bir şahsiyet yerine kapitalist ve pragmatist bir şahsiyetin en alasının yetişmesine öncülük ediyorlar. Modern parlamentolarda İslami siyaseti kendilerine örnek edindiklerini ifade edenler maalesef dini siyasetin İslam ahlâkı ile iç içe olduğunu fark edemiyorlar. İslami eğitimi kendilerine örnek edinenler ise, pragmatizme kurban edilmiş koca bir nesilden başka bir nesil yetiştiremiyor… Bir zamanlar Müslüman tacirler sayesinde dünyanın dört bir yanına İslam yayılırken bugün Müslüman iş adamlarının ortaya koydukları ahlâk ise utanç verici… Bunun üzerinde konuşulmaya bile değmez…
İlmi, fıkhı, tefsiri, kelamı, mantıkı ve felsefeyi kendilerine yol edinenlere baktığımızda ise geçmişi kötü kopyadan ya da kadim ilmi anlamak için ömrünü harcayanlardan başkasını göremezsiniz… Bu uğraşları, ne İmam Ebu Hanifeleri, ne İmam Şafileri, ne İmam Şatibileri, Ne imam Razileri, ne İmam Kurtubileri, ne İmam Gazalileri, ne İmam Teymiyeleri ne İmam Tahavileri, ne İmam Maturidileri, ne İbni Sinaları ve ne de başkalarının yetişmesine bir türlü zemin hazırlayamaz… Bunun için bu zatların ömürleri geçmişe koca bir medhiye düzerek geçer…
Bu düşünsel ve teorik iflasın yanı sıra Müslümanların dünya genelindeki pratik tecrübelerine baktığınız da durumun hiç iç açıcı olmadığını göreceksiniz. Afganistan, Sudan, Somali ve İran örnekleri ayan beyan ortada… Afganistan’da cihad sonrası Allah için dağlara çıkanların birbirlerini katlettiklerine şahid olduk, Sudan’da darbe ile iktidara gelenlerin ilk günlerinde kısmî bir başarı gösterseler de ortaya gerçek manada bir medeniyet projesi koyamadıklarına tanıklık ettik. Bugün Sudan iç sorunlarını çözmekte bile aciz bir durumda artık… Somali’deki durum ise vahimin de ötesinde. Yıllar süren işgal ve savaşın ardından iktidara gelen İslami Mahkemeler Birliği bölündü ve bugün birbirleriyle “Allah” adına savaşıyorlar… Yani Afganistan’da ümmeti yaralayan durum burada da tekerrür ediyor. İran’daki durum ise ortada. Ne bölgesel sorunlarını çözebildi ne de iç meselelerini… İslam devriminin ilk dönemindeki medeniyet perspektifini yakalayamadıkları gibi çok çok gerilediler… Mezhebi bakış açısını aşamaması, özgürlükler konusundaki kısıtlamaları ve muhaliflere hatta devrimin evlatlarına dâhil yönelik sert baskılar…
Tüm bunlara rağmen İslami cemaatlerin modern toplumlardaki rolünü inkâr etmek istemiyoruz. Ancak gelinen noktada varolan durum hüzün verici. Bunun üzerine ciddi manada kafa yorulması gerekiyor. Çünkü bugün tüm dünyanın konuştuğu kişiler Müslümanlar ve İslam dünyasının hâlâ en önemli muhalifleri dini cemaatler… Eğer bunun farkına varılmaz ve bu hâl üzere devam edilirse tüm dünyanın gözünü kurtuluş için çevirdiği Müslümanlar âleme koca bir kaostan ve bunalımdan öte miras bırakmayacaklardır. Zaten cemaatlerin varolmayan imajları “Ilımlı ve Radikal” kavramları arasında alt üst olmuş durumda.
İslam dünyası artık içinde bulunduğu krizlerden kurtulmak istiyorsa önce dini cemaatlerin kendilerini alelacele yenilemesi gerekiyor. Çünkü dünyanın merhamete, kardeşliğe, adalete ve özgürlüğe aç olduğu böyle bir dönem görülmedi. O halde ilk yapılması gereken şey, acil bir ıslah hareketidir. Unutulmamalı ki, Avrupa’da Islah (reform) hareketi devletin dinin otoritesinden kurtulması ile başladı, fakat bizde Islah hareketi dinin devlet otoritesinden kurtulması ile başlamalıdır. Yine bilinmeli ki, vicdan özgürlüğü tüm ahlâki yükümlülüklerin esasıdır, fikir hürriyeti ise tüm yaratıcılığın temelini teşkil eder.
Peki, ne yapmalı? Bu sorunun cevabını da bir sonraki yazımızda tahlil etmeye çalışacağız.