Yeni Şafak Gazetesi yazarı Ali Bayramoğlu, bugünkü "Bildiri, tepkiler, sonuçlar..." başlıklı yazısında Barış İçin Akademisyenler Grubu'nun Güneydoğu'daki çatışmalar nedeniyle bildiri imzalamasının ardından hükümet ve kamuoyundan gelen tepkileri ele aldı. Bayramoğlu, "Devlet başkanından yargıya uzanan bir çizgide, akademisyenler bildirisinde olduğu gibi bu ve benzer iddiaları bir “suç nesnesi” haline getiren, haksız ve dayanıksız da olsa eleştiriyi, eleştirel tartışmayı bir ihanet olarak tanımlayan sistem, bu iddiaların lehine bir faaliyet gösteriyor" dedi.
İşte Ali Bayramoğlu'nun yazısından bir bölüm:
Kürt meselesiyle ilgili Türkiye'ye yönelik haksız ve hakikati yansıtmayan bir iddia, bir imaj var.
Bir hüküm gibi ortada dolaşan, “sivil halkın devlet tarafından bilinçli ve planlı bir katliama uğratıldığı” iddiası, özellikle ülke dışında git gide yaygınlaşıyor. Bu iddia, Zizek, Chomsky, Butler gibi etkili isimler tarafından kesin ve keskin bir şekilde savunuldukça, onların saygınlık ve kimlikleri üzerinden sanal ama etkili bir “gerçeklik referansı”na dönüşüyor.
Judith Butler, binlerce kilometre uzaktan mutlak bir hakikatten söz edercesine ve mutlak hakikati temsil edercesine kendinden emin şekilde, “dünya, Türkiye'nin neden sivillere savaş açtığını bilmek zorunda…” diyebiliyor örneğin… Noam Chomsky, “Türkiye'nin IŞİD'e karşı savaştıkları için Kürtlere yönelik suç işlediğini” ima edebiliyor.
Ancak, kim ne derse desin, ne yaparsa yapsın, iddia sahibi kim olursa olsun, bu tür olaylarda hakikati çıplak hale getiren zamandır.
Nitekim Türkiye bu iddialar karşısında, yöneticisi, yargısı, medyasıyla olgun ve farklı davranmayı bilse, bu iddiaların ölçüsüz ve haksız olduğunu söylemekle, bunu kanıtlamaya soyunmakla yetinse, bir süre sonra sahipleri de bu iddiaların “göle maya çalmayı andırdığını anlayacaklar. Yaşanan sıkıntıların keyfi hak ihlallerinden çok, güç politikasından, örgütün silahlı ayaklanmasından, halkı rehin almasından ve şehirleri her tür ihlalle açık güvenlik sahaları haline çevirmesinden kaynaklandığı kavrayacaklar.
Ama öyle olmuyor.
Buna fırsat kalmıyor.
Devlet başkanından yargıya uzanan bir çizgide, akademisyenler bildirisinde olduğu gibi bu ve benzer iddiaları bir “suç nesnesi” haline getiren, haksız ve dayanıksız da olsa eleştiriyi, eleştirel tartışmayı bir ihanet olarak tanımlayan sistem, bu iddiaların lehine bir faaliyet gösteriyor.
Bu kadarla da kalmıyor. Bildiriye verilen resmi tepkinin dozu, devlet başkanın işaretiyle açılan idari ve adli soruşturmalar demokratik düzenin gerektirdiği doğal ve sert bir reaksiyon sınırını aşıyor, aksi fikre ya da karşı propagandaya yaptırım ve cezalandırma gibi ölçüsüz araçları ifade etmeye başlıyor. Bu oranda da baskıcı bir iklimi ve imajını kendi başına üretiyor.
Bu arada Sedat Peker gibi Ergenekon'dan yargılanmış mafya liderlerinin bildiri imzacılarına “oluk oluk kanınızı akıtacağız, kanınızla yıkanacağız” tarzı tehditleri, hedef göstermeleri alenileşiyor ve sıradanlaşıyor.
Şimdi bildiriye dönelim...
İçerik ve üslup itibariyle benim gözümde bu bildirinin, özellikle bir bölümünü nedeniyle hiç bir meşruiyeti bulunmuyor. Bu, metnin, Türkiye'yi “sivil halka yönelik kasıtlı katliam politikaları” izlemekle suçlayan bölümüdür.
Devlet elbet eleştirilecektir.
Ne denli zorunlu olursa olsun sağlık, gıda, eğitim imkanlarını sınırlayan sokağa çıkma yasakları, zaman zaman ortaya çıkan kötü muameleler, kimin elinden çıkara çıksın sivil ölümleri, tahrip edilen konutlar, ortada kalan cesetler, tüzel kişiliği itibariyle attığı her adımdan ve bunun sonuçlarından, dahası güvenlik ortamı ve kamu düzenin hukuk düzeni içinde sağlanmasından sorumlu devlete yönelik eleştirilere, suçlamalara dönüşebilir.