Sancar'ın ‘Standart hayatlar' başlıklı son yazısı;
Yaz kış, her gün adada minik, kısa adımlarla yürüyen o adamın hikayesini öğrendiğimde bir kere daha bazı hesapların şu veya bu şekilde bu dünyada kesildiğini anladım.
Yükseklerde yaşamak, düşmek söz konusu olduğunda fena kanatıyordu. Diğer taraftan kendi yağıyla kavrulanların, küçük hayatlar yaşayanların varlığı da birçoğu için tuhaf bir şakaydı...
Geçen bir arkadaşım söyledi, ben bile inanmadım, 30 yıldır yazıyorum! Bir ara 28 Şubat toz dumanında yıllarca ücretsiz izne çıkarıldım. Gerçi hayatımı zorlaştıran general takımı geç de olsa dersini aldı almasına da...
Sivil takım için biliyorsunuz, her dönem keyifler keka!
Elimden gazetecilik alınıp tersoluğa mahkûm edildiğimde ne oldu derseniz, şu oldu:
Bileğimde başka bilezikler olduğunu fark ettim. Lokanta açtım, tuvaletlerini temizleyerek pansiyon işlettim, film seti kurdum, reklam filmlerinde yönetmenlik hariç, her işin sorumluluğunu aldım.
Kitaplar yazdım. Alın teriyle kazanılan paranın bereketine hayran kaldım...
Bu narin köşede yeniden kalem şakırdatmaya başladığımda küçümen bir İstanbul adasında yaşıyordum. Çok enteresan tipler tanıdım orada...
Bir tanesi eski yıllarda Araplar emlak almaya hücum ettiklerinde Şişli'de büyük bir emlakçıymış. Astronomik fiyatlarla emlak satmış, borç para vermiş, çok zengin olmuş. Sonra Arap furyası bitince yatırım yaptığı adaya taşınmış. Bir hastalığa duçar olmuş, karısı da erken gidince, elinde bir tek oğlu kalmış. Onun üstüne düşmüş...
Kışın ada yollarında küçük adımlarla yürürken görürdüm onu. Selam verirdim. Selamımı biraz şaşkınlıkla alır, gülümsemezdi. Sonradan hikayesini öğrenince gülmeyi unutmuş olduğunu anladım. O şatafatlı hayattan bu sade hayata geçmek zorunda kalınca bir şaşkınlık gelip oturmuştu suratına. Bir de tabii oğlu!
Oğul, babasının deli parasıyla damgalanmış o ikinci kuşak timsaliydi! İstanbul'un gece hayatını zirvelerde yaşamış, vurmuş patlatmış, çalmış oynatmıştı. Nakit bitince o da adaya gelmiş. Babasının evlerini teker teker sattırmaya başlamıştı. Bir ara şirin bir hanımla evlendi, satılmış evlerin parasıyla uzak bir öğrenci kentinde kafe açtı, fakat yine alemlere daldı, mekân battı, kadın şutladı, çok geçmeden cep delik cepken delik gerisingeri adaya düştü...
Sempatik, hazır cevap, sıcak kanlı bir delikanlıydı. Jet hayat yaşayanların hepsine nasip olmayan bir sevimliliği vardı. Çok sohbetler etmiştik. Çabuk sıkılıyordu. Ortadan kayboluyor, çok içiyordu. Artık zengin arkadaşlarına ayak uyduramadığı için mutsuzdu. Nasihat falan dinleyecek hali geçmiş, eğik düzlemde dibe doğru koşuyordu.
Ada çevresi hazlara kapanmış 'ne yiyeceğiz ne içeceğiz akşam nerde olacağız'ın dibinde yaşayan, dünya ve ahvâl açısından zır cahil, İslamofobik bir kültürün egemenliğindedir.
Cuma günleri şerefesiz minik camisi, getir götür işleri yapanların kırık dökük ayakkabılarla donanır. Başörtülü kızlar bisiklet binmeye geldiklerinde, DEAŞ geldi diye karakola ihbar edenler görülürdü orada...
Bir cuma, "Usta, niye camiye gidiyorsun diye sormayacağım, ama gazetede niye yazıyorsun?" deyiverdi. O günlerde bu ikinci dönem köşe yazarlığım yeni başlamıştı. Bir çay bahçesinde oturuyorduk. "Bavulla alıyormuşsunuz ücretinizi!"
"Evet" dedim, "her ay başı gidip alıyorum. Yalnız bavulu taşımak zor oluyor, seni de çağırayım bavulu taşırsın, sana da atarım bir iki!"
Bir asgari ücret yazarı olduğumun farkında değildi. Fikri hür yaşamanın bir bedeli olduğundan habersizdi. Sürekli büyük projeleri vardı. Küçük işler onun nezdinde 'kezbanlıktı'. Onu uzaktan izliyordum. Belki de hayatında ilk defa bir mekânda çalışmaya başlamış, zayıflamıştı.
Ne yazık ki karaciğeri izin vermedi, resti çekti, film bitti.
Birbirimize takılmalarımız aklımda kaldı: "N'aber?" "Standart be abi!"
En güzel hayat, standart denen o basit hayattı...
Sabah