Hakan Albayrak: İran'la müzakere meselesi; yok öyle yağma!
Hakan Albayrak, geçen gün İran, Suriye ve Türkiye odaklı yazısına yönelik gelen eleştirilere yanıt verdi...

Oluşturma Tarihi: 2016-12-01 06:23:52

Güncelleme Tarihi: 2016-12-01 06:23:52

Karar Gazetesi yazarı Hakan Albayrak, bugünkü "İran'la müzakere meselesi" başlıklı yazısında Pazartesi günü kaleme aldığı, Suriye'deki son gelişmelerle ilgili yazısına gelen eleştirilere cevap verdi. Albayrak, "Dikkat buyurun: Daha evvelki müzakerelerden bahsettim. Suriye konulu Türkiye-İran müzakereleri yeni değil yani. Ben de “İran'la hiç konuşmadık, şimdi konuşalım” demiş değilim. Hal bu iken, o çevreler, Suriye meselesinin çözümü için İran'la hiç diyalog kurulmadığı ve işlerin de zaten bu sebeple kontrolden çıktığı intibaını uyandırmaya çalışıyorlar" dedi.

İşte Hakan Albayrak'ın yazısı:

İran'a yakınlıklarıyla bilinen bazı çevreler, geçen pazartesi günü bu köşede çıkan Suriye konulu “Savaşsa savaş, barışsa barış” başlıklı yazımı yorumlarken, “Bizim 5 sene önce söylediğimiz yere Hakan daha yeni gelebildi. Biz bu işin İran'la konuşularak halledilmesi gerektiğini ta o zaman söyledik, ama yetkililere anlatamadık” dediler.

Hayır, öyle değil. Onlar benim şimdi dediğimi demiyorlardı. Ben de onların o zaman dediğini demiyorum.

Dedikleri şuydu onların: Suriye'de halk ayaklanması filan yok, Siyonist ajanların fitnesi var. Türkiye bu fitneyi beslemesin. İran'la beraber hareket ederek fitnenin bastırılmasına yardım etsin.

Başından beri Suriye Devrimi'ni destekleyen ve halen desteklemeye devam eden, orada asıl fitnenin Esed/Hamaney rejimi olduğunu söyleyen bendenizin o yazıda dediği ise şu: Türkiye, devrimcilere gereken desteği vermekten geri dura dura işlerin bu hale gelmesine (Bağdadi Grubu, İran ve Rusya'nın sahayı kaplamasına) katkıda bulundu; hiç değilse bundan sonra -bütün riskleri göze alarak- savaşın gereklerini yerine getirsin. Yok, Rusya'yla karşı karşıya gelmemek için bunu yapmaktan geri durmaya devam edecekse veya mevcut şartlar kesin bir askerî zafer perspektifine el vermiyorsa, silahlı devrim gruplarının rızasını alarak ‘süratli müzakerelerle acilen barış' desin ve karşılıklı baldıran zehri içmek pahasına İran'la anlaşmaya çalışsın. Daha evvelki müzakerelerde, üç beş çapulcu olarak gördüğü devrimcileri kolayca tepeleyebileceğinden emin olan (!) İran tarafı burnundan kıl aldırmadığı için bir neticeye varılamamıştı. Devrimciler tarafından burnu sürtülen ve onlarla baş edemeyeceğini anlayınca sahayı büyük ölçüde Rusya'ya bırakmak zorunda kalan, şimdi de inisiyatifi tamamen Rusya'ya kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olan İran belki nihayet akıllanmıştır da eskisinden daha makul bir müzakereci olur.

Dikkat buyurun: Daha evvelki müzakerelerden bahsettim. Suriye konulu Türkiye-İran müzakereleri yeni değil yani. Ben de “İran'la hiç konuşmadık, şimdi konuşalım” demiş değilim. Hal bu iken, o çevreler, Suriye meselesinin çözümü için İran'la hiç diyalog kurulmadığı ve işlerin de zaten bu sebeple kontrolden çıktığı intibaını uyandırmaya çalışıyorlar.

Yok öyle yağma!

Türkiye, Suriye'de barışçı muhalif nümayişlerin başladığı ve rejimin bunlara katliamla cevap verdiği andan itibaren (Mart 2011), meselenin tatlıya bağlanması için Esed yönetimi ve İran devleti ile aylar boyunca sayısız müzakerede bulundu. Bu müzakerelerde taraflar “Olayların kontrolden çıkmaması ve bölge dışı güçlerin müdahalesine zemin hazırlanmaması” konusunda güya hemfikirdiler, ama bunun gereğini sadece Türkiye vurguluyordu: “Halkın haklı talepleri göz ardı edilmesin ve barışçı göstericilere ateş edilerek yangının üstüne körükle gidilmesin.”

Ne yazık ki Türkiye'nin sağduyu çağrıları cevapsız kaldı. Esed rejimi kör şiddette ısrar etti. İran devleti buna çanak tuttu. Çanağın kâfi gelmediği yerde ise Suriye sahasına kendi askerlerini sürüp kör şiddeti tırmandırdı. O da yetmeyince, ikisi beraber Rusya'nın eteğine yapıştı. Bu arada Bağdadi Grubu ve ABD de sahaya girmiş bulundu.

Demek ki neymiş?

Suriye'yi dış güçlerin cirit sahasına çeviren sürecin temelinde, Türkiye'yi dinlemeyen Esed yönetimi ve İran devletinin aymazlığı yatıyor. Belki de aymazlıkla değil, şuurlu bir kargaşa tercihiyle karşı karşıyayız.

***

İran'la müzakerenin bir kere daha denenmesi fikrine, yıllardır yaşanan bu acı tecrübeleri hatırlatarak ve ‘Tabiatı gereği barışa daima muarız olan fitne fesat ehliyle müzakere beyhudedir' diyerek itiraz edenler de var.

Elhak; İran'ın aymazlığının veya kargaşa yönündeki şuurlu tercihinin devam etmesi muhtemel. Geçen hafta Türkiye'yi Suriye ve Irak konusunda beraber hareket ederek dış güçlerin altındaki zemini çekmeye çağıran İran devletinin bu sefer de samimi davranmadığı/davranmayacağı şüphesini elbette taşıyacağız. Zayıf da olsa bir ümit (yukarıda bahsettiğim “İran'ın aklının nihayet başına gelmiş olabileceği” ümidi) var ama. Ben bu ümidi test etmekten bahsediyorum.

Diyelim ki Türkiye, şartların tam desteğe müsait olmadığını düşünerek, devrimcilere askerî desteğini sınırlı tutmaya şimdilik devam edecek. İran da kabul ediyor olmalı ki, devrimciler, mevcut halleriyle bile, silahlı mücadeleyi yıllarca devam ettirerek düşmanlarına kök söktürme kapasitelerini koruyorlar. Son Halep muharebesini kaybetmeleri, bırakın Suriye genelini, Halep'te bile işin bittiği anlamına gelmez. Beş senedir devam eden harpte yaşanan gelgitler, hiç kimsenin hiçbir zaferinin mutlak olmadığını gösterdi. Devran her an dönebiliyor. Düşmanlarının sayıca ve silahça tartışmasız üstünlüğüne rağmen devrimcilerin lehine de dönebiliyor. Bu şekilde daha senelerce devam edebilir bu harp. İran'ın bütün kaynaklarını tüketecek ve Rusya'yı da yoracak kadar uzayabilir. Uzadıkça, Türkiye'nin çekincelerinin ortadan kalkacağı ve devrimcilerin Türkiye'yi yüzde yüz arkalarına alarak nihai zafere yürüyebileceği bir konjonktür doğabilir. Ama o zamana kadar yüzbinlerce Suriyeli daha ölebilir, Suriye'de taş üstünde taş kalmayabilir. Suriyeli devrimciler ve Türkiye, bu pahadaki mutasavver bir zafer yerine İran'la karşılıklı tavizler vererek (mesela “Tamam, biz halkın tercihlerine dayalı yeni bir düzene geçiş sürecinde Esed'in de yer almasını kabul edelim, ama siz de Ahrar-ı Şam gibi silahlı devrim gruplarının meşruiyetini ve garantörlüğünü kabul edin” diyerek) ‘acil barış' yoluna gitmeyi tercih eder de, İran, mevcut Halep manzarasına aldanarak buna yanaşmaz ve devrimcilerin kökünü kurutma fantezisinde ısrar ederse, yapılacak bir şey yok. İran “Tamam” deyip devrimciler “Olmaz” dediği takdirde de yapılacak bir şey yok. Devrimcileri desteklemeye devam etmekten gayrı.

Bu arada, “Geçiş süreci ve sonrasını tam olarak nasıl tasavvur edeceğiz? Mahiyetleri, teferruatı nedir bunların? Aynı anda hem devrimcilerin hem İran'ın kabul edebileceği bir yeni düzen formülü bulmak mümkün mü Suriye'de?” diye sorulabilir ve sorulmalı. Benim cevabım: Başka çare kalmazsa -tekrar ediyorum, BAŞKA ÇARE KALMAZSA- mümkün olsa gerek. Nasılını gerekirse başka zaman konuşuruz.

Bugünkü meselemiz, “Türkiye, devrimcileri kesin bir zafere ulaştırmaya azmedecek mi azmetmeyecek mi?” sorusunun cevabını öğrenmektir. 

***

Hamiş:

Tartışma konusu olan yazımda “canan”ı bırakıp “can” derdine düşmeye hakkımızın olmadığını vurguladığım halde bunun tam tersini savunduğumu (‘Cananı bırakıp kendi canımıza bakalım' dediğimi) ileri sürenler, devrimcilerin bütün ihtiyaçlarını karşılamak suretiyle “savaşın hakkını vermeyi” öncelediğim halde silahlı devrim mücadelesinin karşısında yer aldığımı iddia edenler, müzakerenin barışla neticelenebilmesi için hem Türkiye hem İran'ın daha tavizkâr bir tutum takınması gereğinden bahsettiğim halde Suriye'yi tek taraflı tavizlerle İran'a bırakmayı önerdiğimden ve zaten İran'ın adamı olduğumdan dem vuranlar, muhataplarını bu yalanlara inandırmak için yazımı kafalarına göre kesip biçenler oldu.

Bunu “Ümmet-i İslam“ imzasıyla yapacak kadar da ‘iddialı'lar.

Herhalde umurlarında olmaz, fakat onlara bilvesile teessüf ederim.