Payitaht Abdülhamid'teki zehir ne?
Payitaht Abdülhamid 28. yeni bölümde, Parvus, Abdülhamid'in bazı gençleri zehirlettiği haberini dünyaya yaymak için korkunç bir plan yapar. Peki Parvus'un planı ne? Parvus hangi zehiri kullanıyor?

Oluşturma Tarihi: 2017-12-08 18:24:31

Güncelleme Tarihi: 2017-12-08 18:24:31

Payitaht Abdülhamid 28. yeni bölümde, Parvus, Abdülhamid'in bazı gençleri zehirlettiği haberini dünyaya yaymak için korkunç bir plan yapar.

PARVUS'UN PLANI: KOLERA SALGINI

Abdülhamid petrol arazilerinin tümünü adeta kamulaştırırken, Hazine-i Hassa'ya alırken, Parvus onun bu hamlesiyle çılgına döner… Karaso ve Herzl'la birlikte olur ve Payitaht'taki gençleri Abdülhamid'e karşı kışkırtarak Yıldız Sarayı'na yürümelerini sağlar.

Parvus'un Abdülhamid'in bazı gençleri zehirlettiği haberini dünyaya yaymak için korkunç bir planı vardır! Abdülhamid yüzlerce gencin hastanelik olmasının ve bazılarının hayatlarını kaybetmesinin ardındaki gerçeği araştırır ve doktorlardan bunun nedeninin kolera salgını olduğunu öğrenir. Abdülhamid, bir yandan salgınla başa çıkmaya, insanların hayatını kurtarmaya çalışırken, bir yandan da, uzun zamandır şüphelendiği Gerfand'ın (Parvus) gerçek kimliğini ortaya çıkarmak için, ailesini İstanbul'a getirtir.

ABDÜLHAMİD DÖNEMİNDE KOLERA SALGINI

Osmanlı döneminde belediyeler de hastane açıyordu. Osmanlı'da ilk belediye hastanesi, 1865 kolera salgınından sonra Beyoğlu'nda açıldı. Rahibelerin hizmet verdiği hastanede inanç ve soy ayrımı yapılmadan hastalar ücretsiz tedavi ediliyordu. 2. Abdülhamid döneminde İstanbul'da Şehremaneti'ne bağlı olmak üzere 10 belediye dairesi kuruldu ve bu belediyeler adına hastaneler açıldı. 2. Abdülhamit döneminde belediye hastanesi açılan diğer yerleşim birimleri şu şekildeydi: Antep, Bağdat, Dedeağaç, Dimetoka, Edirne, Kırkkilise, Konya, Kudüs, Samsun, Selanik, Suşehri, Şam, Trablusgarp, Üsküp, Suriye'deki Zor sancağı.

ABDÜLHAMİD, FRANSIZ UZMANI İSTANBUL'A DAVET ETTİ

2. Abdülhamid dönemi ayrıca salgın hastalıklarla mücadele devriydi. Hızla yayılan kolera salgını, yeni hastanelere olan ihtiyacın daha da artmasına sebep olmuştu.

1893 yılında İstanbul'da kolera vakası baş gösterdiğinde ise Abdülhamit, Fransız uzman Dr. Andre Chantemesse'yi İstanbul'a davet eder. İstanbul'da üç ay kalan doktor, kolera salgınıyla ilgili ciddi çalışmalarda bulunur. Fakat Sultanın “İstanbul'da bir mikrobiyoloji laboratuvarı kurun” teklifine kendisinin kalamayacağını söyleyerek, Dr. Maurice Nicolle'yı tavsiye eder. Doktorun emeğiyle kurulan Bakteriyolojihane-i Osmani'de Cumhuriyetin en ünlü bakteriyologları yetişir. Kurulduğu dönemde ise bu laboratuvarda başta sığır vebası olmak üzere, şark çıbanı, sığır besiozu, vaksin virüsünün bulunması gibi ileri düzeyde tıbbi başarılar elde edilir.

KOLERA MAĞLUP EDİLDİ

Dr. Osman Şevki Uludağ (Vakit-Yeni Gazete) nin l Kasım 1974 tarihli sayısında 1892 kolera salgınından bahsederken Sultan Abdülhamid hakkında (intak-ı hak) kabilinden şöyle yazıyor:

Hastalık yine Mısır'dan atlayarak İzmir'de yayılmıştı. Oradan memleketin başka taraflarına ve İstanbul'a bulaşmıştı, İstanbul doktorları arasında kolerayı tanıyanlar çoktu. Ancak, sarayda bulunan doktorlar kolera bahsinde ikiye ayrılmıştı. Bunlardan bir kısmı hastalığın kolera olmadığını söylüyordu. Saray mensubu doktorlar arasında (mikrop) a inanmayanlar bile vardı. Bunlar padişaha yakın bulunmalarından istifade ederek fikirlerini tek bir surette yayıyorlardı ve bu yüzden mücadele tedbirleri alınamıyordu.

Bizzat padişah Abdülhamid sarayın çeşme ve musluklarından aldığı sularla muhtelif şişeleri doldurarak ayrı ayrı kimyagerlere (bakteriologlara değil) gönderiyordu. Aldığı raporları karşılaştırınca muhtelif ayrılıklar görüyordu. Bütün bunlar onun vehmim arttırdıkça arttırıyordu. Bir taraftan hekimlerin birbirini tutmayan sözleri, bir taraftan ölümlerin artışı Sultan Hamid'i pek sinirlendirmişti. Padişaha en yakın bulunan hekimler, sadece onun vehmini gidermek için sözler söylüyorlardı.

Bu esnada ortaya genç bir hekim çıktı. Bıyıkları büyümemiş olan bu hekim Avrupa'dan henüz gelmişti. Kendisi cild ve firengi mütehassısı idi ama, çok cevval ve girgin olduğu nispette pervasızdı. Babası, eskiden Askerî Tıbbiye Mektebinde başkâtip Muhtar Efendinin tesiri henüz unutulmadığı için saraya girebiliyordu. Bu adam, geçenlerde kaybettiğimiz Doktor Celâl Muhtardır. Celâl Muhtar o vakit hastalığın kolera olduğunu celâdetle söyleyen ve bu hususta en ileri giden bir zattır. Bu zat davası tahakkuk etmediği takdirde her türlü fedakârlığa razı olduğunu söylerken, sarayda ona dudak bükenler vardı.

Padişah birbirine aykırı olan hekim fikirleri arasında şaşırmış olmakla beraber, Celâl Muhtar'ın iddiasına kıymet verdi ve işi ecnebi mütehassıslara bırakmayı kararlaştırdı. (Pastör) ile muhabereye geçti. Ondan yardım istedi. Daha evvel (Pastör) müessesesinin kurulması için onbin altın gönderen Türkiye (Pastör) tarafından seviliyordu. Padişah da ona ayrıca birinci rütbeden murassa Osmani nişanı göndermişti. (Pastör), padişahın müracaatı üzerine, kendi adamlarından en değerlisi olan (Şantimes)i İstanbul'a gönderdi ve onun sayesinde hastalığın kolera olduğunu öğrenince tavsiyelerini tatbik etti. Az zamanda kolera mağlup edildi.

ABDÜLHAMİT VE PASTÖR

Pastör kuduz aşısını keşfedip, 1885'de ilk defa uygulamaya koyduğunda, Osmanlı tahtında Sultan II. Abdülhamit bulunuyordu. Ve gelişmeleri yakından takip ediyordu. Kuduz aşısını bulduktan sonra devlet başkanlarına mektup yazan Pastör, kuracağı enstitü için yardım talep etmişti. Mesela Rus Çarı, sadece 2 m. boyundaki portresiyle birlikte kuru bir tebrik mektubu yollamakla yetinmişti. Sultan Abdülhamit ise bakteriyoloji alanındaki yeniliklerin yurda getirilmesi ve Pastör Enstitüsü'nün kurulması amacıyla, aşının bulunuşunun hemen ertesi yıl bir heyet oluşturup Fransa'ya göndermişti. İlk mikrobiyologlarımızdan Miralay Dr. Hüseyin Remzi Bey, Zoiros Paşa ve Veteriner Hüseyin Hulki Bey'den oluşan heyet, Paris'e giderek bir müddet Pastör Enstitüsü'nde çalışmış ve tabir yerindeyse staj yapmıştı. Abdülhamit bununla da kalmamış, heyet aracılığıyla adı geçen Pastör Enstitüsü'ne 10 bin altın ve birinci dereceden Mecidiye Nişanı ve bir madalya hediye etmişti. Sultan Abdülhamit ile Pastör arasındaki ilk temas da böylece sağlanmış olacaktı. Heyet, İstanbul'a döndükten sonra, Abdülhamit'in daha Pastör'ün aşıyı bulduğu yıl harekete geçtiği ve iki yıl içerisinde tamamladığı “Dârü'l-Kelb Tedavihanesi”nde (Köpek-Kuduz- Hastanesi) görev yapmaya başlayacak ve Pastör Enstitüsü'nde gördüklerini Osmanlı Devleti'nde tatbik edeceklerdi. Abdülhamit ile Pastör arasında şahsi irtibat kurulmuş, 1892'de İstanbul'da baş gösteren “kolera salgını” münasebetiyle de devam etmiş ve daha da gelişmiştir.

Osmanlı doktorlarının, ortaya çıkan salgının kolera olup olmadığı hakkında çelişki ve kararsızlık içerisine düşmeleri üzerine Sultan Abdülhamit, Pastör ile iletişim kurarak ondan yardım istemiştir. Pastör ise, padişahın müracaatına, adamlarının en değerlisi olan Dr. Şantimes'i İstanbul'a göndererek cevap verecekti. Şantimes'in çalışmaları sayesinde, hastalığın kolera olduğu anlaşılmış ve salgın kısa sürede mağlup edilmişti.