-Servet'in anlattıkları-
Agop Dedeyle İHH'nın Cerablus'taki mülteci kampında tanıştım. Seksenden fazlaydı yaşı.Halepliyim diyordu, bir de terzi. Çok temiz bir Kürtçesi ve yine çok fasih bir Arapçası vardı. Yüzünde, bütün bu olan bitenlerle önceden karşılaşmış olmanın sakin tebessümü vardı. Dünya için kanaat notunu çoktan kullanmış olmanın rahatlığı vardı belki de,o yüzden mülteci kampı çilesine aldırmadan kahvesini yudumluyordu.
Babası 1915 tehciriyle Halep'e gönderilmiş. Çocukluğu hep ‘yol' hikayeleri dinleyerek geçmiş. Yol bir yere ulaştırmaktan çok bir yerden uzaklaştıran bir imge olarak kalmış ona anlatılan hikayelerde. Yol aslında hep hayat ile denkleştirilmişti evvelce. Ama Agop Dedenin çocukluğundaki ‘yol'a daha çok ölüm eşlik etmiş. Ayrılan yollar, yolda kalanlar…
Sohbet etmeyi seviyordu Agop Dede, anlatmayı da :
İstanbul'da, Amerika'da bir sürü doktor, mühendis akrabam var, kaç defa çağırdılar ‘gel napıyorsun orda bu savaş kıyamet içinde' dediler. Ölsem gitmem, ardımda bırakmayacağım kendimi. Burası benim toprağım buradan gitmeyeceğim, burda doğdum, burda öleceğim.
‘Siyah Bayraklılar' Cerablus'a girince herkes kaçıyor ama Agop Dedeyle hemen hemen kendisiyle yaşıt amca kızı kaçamıyorlar. Saklanıyorlar bir kanepenin arkasında, tam yirmi gün… Bu kısmı anlatırken gülüyordu Agop Dede. Bir gazeteci “senin belgeselini yapalım dede!” dedimiş. Bundan sonrasını onun ağzından aktarayım , ben onun gibi anlatamam belki :
Anlattıklarımı not ediyordu gazeteci, baktım yazmış oraya ‘ Yirmi gün kanepenin arkasında saklanmışlar' diye. O yirmi günü öyle yazmak kolay oysa o süre içerisinde her gün Siyah Bayraklılar bizi bulduklarında bari canımızı çok yakmadan öldürseler, bıçaksa keskin bıçak olsa, kurşunsa hemen öldürecek bir yeri isabet ettirseler diye düşündüm.Bunun belgeseli olmaz oğlum , dedim.
Sonra bunları buluyorlar evde. Bakıyorlar iki yaşlı öylece sinmişler kanepenin arkasına. Tutup götürmüşler karargaha; kimsin, necisin diye sorgulamaya başladıklarında bizim Dede nasılsa öleceğiz diye düşünüp tüm gerçeği anlatmış. Hristiyan ve Ermeni olduklarını söylemişler. Kötü davranmadılar bize yalan yok, diyor dede ve aslında başrolde oynadığı kendi trajedisine gülmeyi sürdürüyor.
İkisini de alıp kameranın karşısına geçirip ‘Müslüman olacaksınız ,ancak o zaman yaşayabilirsiniz burada vergisiz' diyorlar…Getiriyor kelime-i şehadeti ikili . Agop Dedenin asıl korkusu ,bunlar şimdi sünnet de ettirmeye kalkarlar mı bu yaştan sonra. Neyseki işi o kadar ciddiyete bindirmemişler. Siyah Bayraklılar her gün kamera eşliğinde yemek getirmiş bu iki yaşlıya. Bol bol dua da ettirtmiler kameraya karşı; İslam Devleti çok güzel, bize çok iyi davranıyorlar, hiçbir sıkıntımız yok… Kağıda ne yazdıysalar okuyorduk tereddütsüz. Oysa koskoca bölgede sivil bir tek biz vardık diyor Agop Dede.
Aradan zaman geçiyor bir komutan geliyor bu iki yaşlının evine. Sebebi ziyaret evlere şenlik: “ siz şeriata göre bu şekilde aynı evde nikahsız kalamazsınız !Sizin evlenmeniz gerekiyor”diyor komutan ciddiyetle. Seksen küsür yaşında iki amca çocuğu. Yapmayın etmeyin, biz kardeş gibi büyüdük üstelik çok yaşlıyız deseler de dinletemiyorlar. Velhasıl evleniyorlar da. Bunları anlatırken de kahkaha atıyor “ bizim amca kızı baktım nikahtan sonra epey endişeli, dedim yahu onların nikahı bize geçmez endişe etme!”
Fırat Kalkanı operasyonuyla Türkiye o bölgeleri temizleyince bu iki yaşlıyı da İHH'nın çadır kentlerine alıp getiriyorlar. Siyah Bayraklılardan kurtulunca Agop Dedenin tabiriyle “ tevbe ettim, dinime geri döndüm. Amca kızını da boşadım”
Kampta yaşayan Agop Dede Halep'ten bakır mırra cezvesi ve kahvesi dışında hiçbirşey getirmemiş. Her daim yanında kaynayan kahvesi ve sohbet ettiği herkese önce bir kahve ikram ediyor. Reddedersen çok kızıyor üstelik. Hristiyanım diye mi içmiyorsunuz elimden yoksa, diye sitem de ediyor. Gel de içme ! sohbet kahveyle başlıyor, zaten elinde her daim küçük bakır kahve fincanı olurmuş. Mırrayı bir yudumda diker kafasına…
Güven duygusunun mumla arandığı bölgelerde, insanların birbirine öfkeyle baktığı, nefretin en çabuk yeşerdiği coğrafyada bu yaşlı adam yanına gelenlere güvendiğini göstermek için omzuna dokunuyor. Yaşadığı onca trajik hadiseye rağmen mutlaka gülebileceği bir şeyler yakalayan Agop dede o yaşına rağmen vazgeçmemiş ve gelecekten bizim kadar umutsuz değil.
Çünkü Agop Dede tıpkı Abdulmuttalip'in Mekke'yi işgale gelen Abrehe'nin orduları karşısında develerini kollaması gibi o da Halep ‘e gideceğini ve Halep bankasındaki emekli maaşını alacağını söylüyor. O kadar normal bir şeyden bahsediyor gibiydi ki ,tutturmuş “ Esed'in bana borcu var, gidip alacağım!” diyor. Agop Dede Halep çarşısında terzilik yapmış, dükkanı varmış orda. Ama o hiç geçmiş zaman kipi kullanmıyor “ Dükkanım var çarşıda, orda Müslüman, Nusayri, Hristiyan dostlarım, komşularım var” diyor. Kafasına koymuş gidecek. Şunlar geçsin bir hele, Esed daha borcumu verecek.
Agop Dedeyi yaşadıklarına rağmen bu kadar umutlu kılan şey, mülteciliğini “ bir odadan diğer odaya geçmek gibi ” görmesinden sebep. Halep'le Türkiye sınırı için aynı evin bir odasından diğer odasına geçmekten ibaret, diyor. “Biz birbirimizi bilir, tanır, anlarız. Önümüze konan yemekler bir yerden tanıdıktır hep. Ne kadar kavga etsek, savaşsak da bizi bir birimize bağlayan tarihsel bağlar var” diyor.
Yüzümdeki derin umutsuzluğu görünce elimi tuttu ve dedi ki :
Evlatlık, asıl benim merak ettiğim şey farklı. Düşünsene bir Kanadalının Hindistan'a göç etmek zorunda kaldığını. Ya da bir Almanın Pakistan'a. Düşün Amerikalı biri Afganistan'a mülteci olarak gidip çadırda kaldığını. Bu öyle Amerikan askerlerinin konservelerini, teçhizatlarını götürmeleri gibi de olmaz. Mülteci olarak Afganın yediği yemeğe, giydiği kıyafete muhtaç olduklarını… Sen bizi bırak da o bunu hayal et! İşte o zaman asıl dram yaşanacak. Biz bir evimizin odasından diğerine geçiyoruz…