Yazamıyorum…Hem de yazmak için biriktirdiğim bir yığın fikir, sözlükleri karıştırırken bunu mutlaka bir gün bir cümlede kullanmalıyım dediğim afili kelimeler varken...Eskiden yazmak için çok okumalı diye düşünürdüm. Biçim de önemliydi tabi, yeni edebiyatçılar keşfeder üsluplarını kıskançlıkla takip ederdim. Ama utanır taklit edemezdim çünkü henüz ölmemişlerdi. Şimdi önümde bir ayakkabı kutusu içinde müsveddelere berbat bir yazıyla alınmış notlar, çoğunlukla gözlemler... Bir kadının bankta kendi kendisiyle konuşmasını not tutmuşum, ahlaksız bir röntgenci gibi. Tuttum bir araya getirmeye kalktım, yamalı bohçaya döndü cümleler, bağlam Allah seni kahretsin bağlam! Kaydet sekmesine basmadan çöpe attım.
Ciddi meselelerin bahsini edecek gibi oluyorum, referandum sonuçlarını değerlendirsem mi acaba diye geçiriyorum içimden. Değerlendirmek nasıl bir fiil yahu! Ne politik, ne aristokratik bir kelime öyle. Lakin yazar olmak bunu gerektirir, önümden akıp giden gündemi kıvama sokup okuyucuya “ben neden bunu düşünmemiştim” dedirtmem gerekiyor. “Ancak “ yerine “lakin” deyince bile karamelsi bir tat bırakıyor damakta cümle. Bunları düşünürken arka planda çalan Ermenice şarkı gibi lirikleşiyorum ‘ var ya dünyada bizden öncekiler hep ölmüşler' yazasım geliyor siyaka sibaka kan kusturup. Ne oluyor bana? Siyasetten de anlardık, edebiyattan da ve sosyolojiyi akademisyenlere yedirmeyecektik. Ne iddialar sardırmıştım bakkal amcaya çıkarken kimse görmesindi. Dondurucuda unutulmuş aslında akışkan olan ruh halim kaskatı kesilmiş, gündem bunun neresinde konuşlanabilir ki? Gündem ki , bildiğin bir kuş tüyü, salına salına havalanıyor ve gözden kayboluyor.
Susuyorum çünkü içindeyken eleştirmekten korktuğum hiçbir düşünceyi, partiyi, grubu, cemaati, kurumu, derneği(…) sahiplenemiyorum ve savunamıyorum. Eleştiremediğim hiçbir kimseye biat de etmiyorum, itaat de. Eleştiremediğim hiçbir fikri benimsemiyorum.Bir şeyi savunurken hep şöyle düşünürüm "bir dakikalığına savunduğun bu 'şey'in muhalifi ol ve sana nasıl davrandıklarına bak, bir gün belki de muhalifi olursun, neyle karşılaşacağına hazırlıklı olmalısın" derim...
İnsanım ve korkularım var, dedim ya eğer eleştirme cesareti gösteremiyorsam en azından aynı oluktan su içmiyorum. Şu aralar dinliyorum çevremi, sonra yorulunca dinleniyorum bazı seslerin zamanüstülüğünde.
Beylik sözler edebilirim aslında hala kalmış dibinde yazarlığımın, kimmiş şu İslamcıların kellesini isteyen babam daha ölmedi, desem. İslamcılığın şerefini çiğnetecek değiliz, hadi beni yazmayın tahtaya ama kız kardeşim var ve o daha Abduh'u, Mevdudi'yi, Seyid Kutup'u okumadı ama okuyacak ,desem geç mi kalmış olurum kavgaya? Zaten bütün kavgalarıma gecikmişim. Her baş edemediğim münakaşadan leyleğin ömrü iki lak lak nasılsa diyerek sıyrıldım. Leylekler ve penguenler ve pelikanlar üzerine çekilmiş belgeseller benden sorulur, çünkü ben hiç evlilik programı izlememiş insanım. Çünkü ben altyazılı filmlerden takip ediyorum ülke gündemini. Kavgaya her yetiştiğimde ortalık kan revan, kimin kanı yerdeki, kim karıştırdı bu kanları?
Yazamıyorum… Akademisyenliğe adım attım. Dipnotsuz konuşurken görülmekten, alıntılarımın işe yaramaz bulunmasından korkuyorum. Kendi cümlelerime güvenim sarsıldı, sonu “tır, dir” ile bitmeyen devrik cümlelerimin, özgeçmişimde öylece beni beklediğini düşünmek…Ama Ortadoğu üzerine master yapmak çok havalı aslında. Afrika üzerine ise yüksek lisans yapılır. İkisi aynı şey olmamalı. Nasıl desem Afrika biraz daha “az gelişmiş”. Mesela hiçbir Afrika ülkesinin Fransa Politikası yoktur çünkü politika biraz sömürgenin yumuşatılmış adıdır. Bölgeyi kaç kez küçültür bir sömürgeci haritaya yerleştirmek için, işte bu bunlar hep bölge çalışmaları cancağzım. Benim korkularıma dönelim; İran'ın pulları dökülen ucuz bir abiye gibi gösterişli hale sokulmak istenirken rükuşleştirilen dış politikasını ve “o kedi buraya gelecek!”lerin nasıl da ciddi bir araştırma konusu olduğunu görünce yazmaktan korkuyorum. Şimdi İran'la işler rayına girer, beklemek gerek eleştirmek için diyor realist yanım. Ayrıca kaynakçasız konuşmak var ya, eli kılıçlı bir orduya karşı çıplak elle efelenmek demek. Kaynakça çok mühim, arkasında sıra sıra suvariler, atlılar demek. Kaynakça “bu makalemin suç ortakları aşağıdadır” demektir biraz da. Kaynakçasız konuşamam artık anlıyorsun değil mi? Akademisyenliğe adım attım dedim ben ama siz onu Hasan Sabbah'ın Alamut Kalesi olarak anlayın. Öyle tütsülenmiş bir ortam, o ünvanların altında ezilen veya o ünvanların üstünde horon tepenler… Ergen lisansüstü kelimelerle Professorlerin paragraflarına “ama” girmek için yürek yemiş olmak gerek. O yüzden. Birbirini tekrarlayan cümlelerle gizlenmiş hakikatin tozunu almaya çalışmak ne mümkün. Bileklerimi gönüllü olarak uzattığım bu kelepçeden kurtulmadıkça devrik cümle kuramayacağım galiba. Cümleden anlamı çekip öylece kapkatı bilgileri kafamın içine boca ettim. Huzursuzum.
Velhasıl cancağzım,
“Nedir ki söz rahatsız etmiyorsa!”
Hakikate dokunmuyorsa…